24 Mart 2011 Perşembe

Yürüyüş Adabı


Yürüyüş Adabı

ü  Yüce dinimiz islam, tamamlanmış ve kıyamete kadar hükmü baki olan bir din olması hasebiyle, insanoğluna hayatın her alanında güzelce yaşama usullerini bildirmiştir.
Efendimiz(s.a.v) bizzat yaşayarak, bilfiil göstererek yürüyüş adabını ümmetine ders vermiştir.
Sevgili Peygamberimiz(s.a.v), Yolda yürürken, sağa sola hiç bakmaz, önüne bakarak yürürdü.
Yürüyüşü gayet vakarlı, ne yavaş, ne de pek süratli idi. Yürürken, göğsünü gere gere dimdik yürümez, hafif öne meyilli, yokuştan aşağı iner gibi bir tavırla yürürlerdi. Köle ve miskinlerle beraber yürürdü.
Cenab-ı Hak yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmuşlardır; “Rahman olan Allahü teâlânın salih kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler.”(Furkan, 63)

ü  İnsan her hal ve hareketlerinde olduğu gibi yürüyüşünde de mütevazı olmalıdır.
Zira Peygamberimizin (s.a.v.) Yürüyüşünden aciz ve tembel olmadığı anlaşılırdı. Aynı zamanda Yürürken, kibirli kibirli, kasıla kasıla yürümez, sağına, soluna salınarak gezmezdi.
Cenab-ı Hak, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmuşlardır;
“Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.”(İsra, 37)
“Gururlanıp insanlardan yüzünü çevirme; yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve övünenleri sevmez.” (Lokman, 18)
“Ne çok yavaş, ne de koşarak, vasat bir şekilde yürü!”(Lokman, 19)

ü  Yolda yürürken, büyük bir zat veya bir âlim ile beraber giden kimse, onun önünden ve solundan değil, sağından ve biraz gerisinden veya birlikte yürür.

ü  İki cihan sevgilisi Efendimiz (s.a.v), Yürürken kuvvetli adımlarla yürürdü. Ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını ses çıkarıp, toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla birlikte, sükûnet ve vakar üzere yürürlerdi.
Yürürken sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor gibi görünürlerdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında bütün vücutlarıyla birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucuyla bakarlardı. Ashabıyla birlikte yürürken onları öne geçirir, kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere onlardan önce hemen selam verirdi.
Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: “Peygamber efendimizden daha hızlı yürüyen kimseyi görmedim. Yürürken adeta yeryüzü ayaklarının altında dürülürdü. Bizler arkalarından giderken geri kalmamak için büyük çaba sarf ederdik.” (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları)

ü  Yürürken, yolda insanlara eziyet ve zarar verebilecek bir şeyi kaldırmak, Sadaka hükmünde bir sünnettir.
Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular: “İnsanın her mafsalı için güneşin doğduğu her günde birer sadaka borcu vardır. İki kimse arasında doğrulukla hükmetme sadakadır, atına binmesi için bir kimseye yardım etmek, yahut yükünü yüklemek sadakadır. İyi ve hoş söz sadakadır, namaza giderken attığın her adım sadakadır. İnsana eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmak da sadakadır. (Riyazüs-Salihin, Cilt 1 Çelik Yay.)

ü  Herhangi bir iş için yola çıkan bir şahsın sağına soluna gereksiz yere bakınmasını, aynı zamanda hususi bir şekilde etraftaki hanelerin içlerini gözetlemesini, Efendimiz (s.a.v) şiddetle men etmiştir.
Zira dinimiz özel hayatın mahremiyeti hususunda önemle durmuş ve bu haram olup yasaklanmış fiili şu şekilde tanımlamıştır: Hane halkının iznini almadan gözlerini evin içine diken kimsenin bu kötü davranışı, onların evlerini başlarına yıkan kimsenin yaptığı kötülük gibidir.”
Hz. Ebu Ümame’nin aktardığına göre Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: “Benim Allah’ın resulü olduğuma şehadet eden kimse; tanışıp, izin alıp selam vermeden bir ev halkının yanına (bir eve) girmesin. Dışarıdan evin içine bakan kimse oraya girmiş sayılır.”
Diğer bir rivayette şu ifadeler vardır: “Hane halkının iznini almadan gözlerini evin içine diken kimse onları yok etmiş gibidir.” (Macmazu’-zevaid, 8/43)

ü  Mahremiyet sınırlarının aşıldığı hali hazır İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde, topluluk içinde Yürüme, gezme ve dolaşma konusunda, Hanımların biraz daha duyarlı olması ehemmiyet arz etmekle birlikte, beşerin manevi hayatının selametini intaç eder.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Hz Peygamberin (a.s.m) hanımları nezdinde ümmetinin hanımlarına şöyle buyurur: “Evlerinizde vakar ile oturun Evvelki cahiliyet devri kadınlarının kırıla döküle, süslerini göstere göstere yürüyüşü gibi yürümeyin”(Ahzab, 33)
Bediüzzaman hazretleri, Risale-i Nurdan Lemaat eserinde “Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli diyerek bu veciz ifadesini şöylece açıklamıştır:
Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları
Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı âilede. Temizlik ziynetleri.
Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı
Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları.
Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.
Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şusuretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri.
Haşiye: Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyâne bir nazarla bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür.
Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları. (Sözler, Lemeât)

ü  Kur'an-ı Kerim, iman edenlerin iffetli, hayâlı ve edep yerlerini koruyan insanlar olduklarını nazara vermiş; mevzunun önemine binaen kadınları ve erkekleri ayrı ayrı zikrederek bütün mü'minlere iffetli olmalarını ve iffetsizlik için bir giriş kapısı sayılan haram nazardan kaçınmalarını emir buyurmuştur.
Bir müslüman yolda gözü kapalı veya başı önünde yürüyecek değildir.
Karşısına gelen kadın ve erkeği de görecektir; ancak gördüğü kimseye tekrar bakınca veya bakışını devam ettirince yasak sınıra adımını atmış olur.
Resûlullah(s.a.v.) Hz. Ali'ye şöyle demiştir: "Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır(Mes’uliyetin yoktur), ama ikinci bakışa hakkın yoktur(Mes’ul olursun)." (Tirmizi, K. el-Edeb, 28; Müslim, el-Edeb, 45; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43) 
Başka bir hadiste ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır." (Buhârî, K. el-İstizân, 12; Müslim, K. el-Kader, 20)
Bediüzzaman hazretleri, mevzunun ehemmiyetine binaen Risale-i Nurun muhtelif yerlerinde bu konuya değinmiş, ahirzamanın nefisleri kendisine mübtela eden bu hastalığını neşrettiği eserleriyle tedavi etmiştir:
Her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimâiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir.
Risâle-i Nur şâkirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahrîbâta ve günahlara karşı takvayı esâs tutup davranmak gerektir.
Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibâdetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.
Ben birgün sokağa bakarken, o fitnenin tesirli bir nümûnesini hissettim. Gençlere çok acıdım.
Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki, o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle hayat-ı bâkiyeye tercih ettiriyor.
Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: "Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?" Dedim: «Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme.» Çünki rivayette var. İmam-ı Şafiî'nin (R.A.) dediği gibi: «Haram nazar, nisyan verir.»
Evet ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda sû'-i istimalât ile israfa girer. Haftada birkaç def'a gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına za'f gelir.
Evet bu asırda açık-saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o sû'-i nazardan sû'-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeğe başlıyor. Herkes cüz'î, küllî o şekvadadır. 

Yolculuk Adabı


Yolculuk Adabı

ü  İnsan hayatının vazgeçilmez safhalarından biri sefer'dir. Şer'î ıstılah olarak belli bir mesafeyi aşan yolculuğa sefer denir.
Bu yolculuğun gayesine bakılmaz; ticarî, askerî, turistik, sıla-i rahîm vs. hepsi birdir. Dinen, bu durumdaki kimse misafirdir, bazı hususî ahkâma tâbîdir.
Ayrıca, kişiye her halinde, her durumunda, dünyevî-uhrevî her meselesinde rehberlik eden dinimiz, misafire de rehberlik eder, yolculuğunun en verimli, en faydalı ve emniyet içerisinde geçmesi için "hazırlıktan, dönüş ânına kadar" maruz kalacağı belli başlı durumlarla ilgili âdablar tavsiye eder, emirlerde, yasaklarda bulunur.
İslâmî seferin, bilinmesi gereken bir kısım ahkâm ve âdâbı vardır. Bunlardan bir kısmı farzları ilgilendirir, her müslümanın bilmesi farz-ı ayn'dır. Bir kısmı ise sünnet ve edebtir.

ü  Yolculuk bir gayeye mâtuf olmalıdır; Askerî, ticarî, ilmî, ibretî, sıla-i rahm vs.
Akl-ı selimin "faydalı"lığına hükmedeceği her gaye, yolculuk için meşru bir sebep sayılabilir.
Hadislerde ihtiyaç olmaksızın yapılacak seyahat'in kerahetine dikkat çekilmiş ise de hangi seferin mekruh olduğuna dair sarahate yer verilmemiştir.
Mü'min kişinin sağduyusu, vicdânî hükmü, îmânî ferâseti bunu tayinde yeterlidir. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır." veya "Günah kalbin titremesidir." gibi hadislerde yer verilen umumî prensipler hayırlı ve hayırsız seyahatleri belirlemede yardımcı olur.

ü  Âyet ve hadisler, seyahate teşvik eder; Yeryüzünün dolaşılıp, geçmiş insanların bıraktıkları eserlere bakılarak ibret alınması, yaratılışın nasıl olduğunun görülmesi vs. pek çok âyet-i kerîmenin emridir. (Âl-i İmrân 137; En'âm 11; Nahl 36; Neml 69; Ankebut 20; Rûm 9,42; Gâfir 21,82; Yusuf 109; Hacc 45,46; Fâtır 44; Muhammed 10)
İslam ülemâsı tebdil-i mekân veya tebdil-i havanın da bir tedavi metodu(tıbb-i nebevi) olarak sünnette yer  aldığını belirtmiştir. (Kütüb-ü Sitte, c.11, Tıb ve Rukye)
Bir âyet meâlen şöyle: "Yeryüzünde gezip, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Onlar, kendilerinden daha kuvvetliydiler..." (Fâtır 44)
Bir diğer ayet de şöyle: De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın." (En'am 12)
Bir başka ayette “seyahat edenler(sâihûn)”; tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, rükû edenler, secde edenler ve emr-i bi'lma'rûf nehy-i ani'l münker'de bulunanlarla birlikte müjdelenirler. (Tevbe 112)
Bir hadiste ise Efendimiz(s.a.v); "Sefere çıkın ki sıhhat bulasınız, rızkınız arta!" buyurarak seyahat etmenin farklı iki boyutuna dikkatimizi çekmiştir. (Kütüb-ü Sitte, c.8)

ü  Yolculuk, İbadet ve dünyevi çalışmalarda, Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) ümmetine "erken" i, yani günün ilk saatini tavsiye etmektedir. Erken saatte yapılacak işlerin mübarek ve hayırlı kılınması için de dua etmektedir.
Sahr İbnu Vedâa el-Gâmidî(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua ederdi: "Allah'ım, ümmetime erkenciliği mübarek kıl."
Nitekim Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz bir seriyye veya bir ordu göndereceği zaman, onu günün erken saatinde yola çıkarırdı. Sahr tüccardı, o da ticarete günün ilk saatinde çıkardı. Böylece zengin oldu ve malı arttı. (Ebû Dâvud, Cihâd 85; Tirmizî, Büyû 6)

ü  Efendimiz(s.a.v), yolculuğa çıkarken ve ailesi, arkadaşı veya dostuyla vedalaşırken hâli en güzel ve azığı en bol kimseler olmak için bazı duaların okunması tavsiyesinde bulunmuştur.
Abdullah bin Ömer'in(r.a) rivayetine göre Resul-ü Ekrem(a.s.m) yolculuğa çıkarken devesine biner, üç defa tekbir getirdikten sonra şu duayı okurdu:
Sübhânellezî sahhara lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukriniyn.Ve innâ ilâ rabbinâ le münkalibûn.
Allâhümme innî es'elüke fî seferî hâzel birri vet takvâ ve minel ameli mâ terdâ.
Allahümme hevvin aleynâ ve atvi annâ ba'deh.
Allahümme entes sâhibü fis seferi vel haliyfeti fil ehli vel mâl.
Allahümme innî eûzu bike min va'sais seferi ve kâbetil münkalibi ve sûîl manzari fil mâli vel ehl.
Meali: "Bu vasıtayı bizim emrimize veren Allah'ı tenzih ederim, yoksa bu vasıtaya yakın olmaya bizim gücümüz yetmezdi. Hiç şüphesiz, hepimiz Rabbimize dönücüleriz. Allah'ım, Senden bu yolculuğumuzda hayır ve takva, amellerden de Senin razı olacaklarını dileriz. Ya Rabbi, bu yolculuğumuzu bize kolaylaştır, uzakları Sen yakınlaştır. Sonrada bizi taatinden ayırma. Allahım, seferde Sahibimiz Sen, geride bıraktığımız ailemizin Vekili de Sensin. Allahım, yolculuğun sıkıntılarından, manzaranın kötüye değişmesinden, mal ve aile hususunda kötü dönüşten Sana sığınırım.."
Abdullah el-Hatmî(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) birisiyle vedalaştı mı şöyle derdi: "Dininizi, emânetinizi ve işlerinizin âkibetini Allah'ın muhafazasına bırakıyorum." (Ebû Dâvud, Cihâd 80; Tirmizî, Daavât 45)
ü  Hadis ve Sünnet, tek başına seyahat etmemeyi tavsiye etmektedir.
Ancak zaruret ve maslahat halinde yalnız başına yolculuğun câiz olabileceği belirtilmiştir. Zira bazı durumlar vardır ki bir kimsenin tek başına hareket etmesini gerektirir.
İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "İnsanlar yalnızlıktaki mahzuru benim kadar bilselerdi, hiçbir atlı tek başına bir gececik olsun yol yapmazdı." (Buhârî, Cihâd 135; Tirmizî, Cihâd 4)
Said İbnu'l- Müseyyeb(rahimehullah) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Şeytan tek başına olanla, iki kişi beraber olana sıkıntı verir. Eğer üç kişi olurlarsa onlara sıkıntı veremez." (Muvatta, İsti'zân 36)

ü  Beraber çıkılan bir yolculukta, beraberlikteki birinin başkan olarak seçilmesi, sünnet-i müekkededir.
Bundan maksat ise; işlerinin müştereken ahenkli olarak yürümesi, aralarında farklı fikirler ortaya çıkmaması ve dolayısıyla ihtilafa düşülmemesidir.
Seçilen emire itaat gerekir, ancak bu emîrin hudûd ahkâmını tatbik etmeye veya ta'zir cezası vermeye yetkisi yoktur. Sadece yolculuk umuruyla ilgili kararlar almada şer'i izne sahiptir.
Ebû Hüreyre(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir sefere üç kişi beraber çıkınca birini emîr(başkan) yapsınlar." (Ebû Dâvud, Cihâd 87)
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden, Bayram Yüksel(r.a) ağabeyin naklettiği, mevzu ile alakadar şu hatırası ne kadar da manidar: “Üstadımız bana hususî ders verdi. O günlerde Abdullah Yeğin Ağabey de Üstadımızın yanında idi. Üstadımız yine teselli ve cesaret veriyordu. 'Hiç korkma, Cevşen'i yanından hiç bırakma, bizleri Cenab-ı Allah hıfzeder, yine biz bütün Nur Talebeleri inayet-i Rabbaniye altındayız. Sen nereye gitsen yanına bir arkadaş edin' demişti. Hakikaten nereye gittimse yanıma bir arkadaş edindim. Çok faydasını gördüm. Birbirimize adeta murakıplık ediyorduk.” (Son Şahitler, c.3, Syf.31)

ü  Dinimiz, yolcuların birbirlerine yardıma mükellef olduklarını ifade eder.
Yardımlaşma her zaman için gereklidir ve dinimizin emridir. Ancak yolculuk gibi durumlarda bu daha çok ehemmiyet ve mükellefiyet kazanmaktadır. Böyle durumlarda insan feraseti ile bir başkasından bir ihtiyaç izharı sezer sezmez ilgi gösterilmelidir.
Yolculukta, ihtiyaç içinde olan yolcuyca, memleketinde zengin bile olsa, altında bineği, üstbaşında zenginliğe delalet eden kıymetli elbiseleri olsa bile sadaka ve zekât verilebileceğine rivayet edilen hadislerde işaret edilmiştir.
Nitekim Kur’an-ı Kerimde zekât verilecekler içinde muhtaç olan yolcuyu da şöyle zikreder: “Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan görevlilere, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur.” (Tevbe 60)
Ebû Saîd(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Kimin yanında fazla hayvan varsa, onu hayvanı olmayana versin. Kimin de fazla azığı varsa onu azığı olmayana versin."
Resûlullah, bazı mal çeşitlerini bu suretle saymaya devam etti. Öyle ki, bizden hiç kimsenin yol sırasında herhangi bir fazlalıkta hakkı olmadığı düşüncesine vardık. (Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 32)

ü  Yolculuk adabından biri de; yolcunun, yolculuk sırasında, yanında dinen mekruh sayılan bazı şeyleri bulundurmaktan sakınmasıdır.
Hz.Ebû Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Melekler, içinde köpek ve çan bulunan kafileye arkadaşlık etmezler." (Müslim, Libâs 103; Tirmizî, Cihâd 25)
Burada yolcuların bulundurmaktan men edildikleri köpek, dinimizin beslenmesini yasaklamış olduğu köpektir. Pek çok hadiste av, çoban köpeği gibi faydalı bir maksada hizmet etmeyen köpeklerin beslenmesi yasaklanmıştır.
Mevzu ile alakalı Bediüzzaman hazretlerinin şu izahatı na kadar da manidardır: Kelp(köpek), bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı haseneyle muttasıftır ve o sıfatlarla iştihar etmiştir. Hattâ, sadakat ve vefâdarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya lâyık iken, maalesef, insanlar arasında mübarekiyet değil, necisü'l-ayn addedilmiştir.
Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler.
Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimamla yapışır ki, Mün'im-i Hakikîden bütün bütün gafletine sebep olur.
Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikîden yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünkü hükümler, hadler, günahları affeder. Ve beynennâs tahkir darbesini, gaflete kefaret olarak yemiştir.
Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru eder-senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muârefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün'im-i Hakikîye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar-şuur olsun, olmasın. Evet, kedinin mırmırları "Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm"dir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)


ü  Seyahatin gayesi hâsıl olur olmaz, sür'atle dönmek gerekir. Zira Yolculukta yürümekten, binmekten muntazam hayatın alışkanlıklarının terkinden hâsıl olan birkısım meşakkatler ve sıkıntılar vardır.
Yolculuktan dönmede istical(çabukluk) müstehabtır. Bu durum, gurbette olmadan maddî ve manevî zarara uğramasından korkulanlar hakkında daha da ehemmiyet kazanır. Çünkü aile içerisindeki rahat ikamet, kişinin dünyevî ve uhrevî işlerinin düzelmesinde yardımcıdır, ibadetlerin cemaatle, huzurla, güç kuvvetle yapılmasına vesîledir.
Ebû Hüreyre(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yolculuk azabtan bir parçadır, herbirinizin yiyeceğine, içeceğine, uykusuna mâni olur. Öyleyse işini bitiren, âilesine dönmede acele etsin." (Buhârî, Umre 19, Cihâd 136, Et'ime 30)

ü  Sefer dönüşlerinde, yolcuları neş'e ve sürurla karşılamak hoş bir davranıştır, insanlara karşı îfâ edilen adat-ı hasenelerdendir.
Sâib İbnu Yezîd(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Tebük Gazvesi dönüşünde, biz çocuklarla birlikte, Resûlullahı(aleyhissalâtu vesselâm) karşılamak üzere Seniyyetü'l Vedâ'ya gittik." (Buhârî, Cihâd 196)

ü  Seferden dönünce önce mescide uğrayıp iki rekât kudüm(Seferden Dönüş)  namazı kılınması müstehaptır. Bir müddet oturmak veya hemen eve dönmek, şartlara bağlıdır.
İbnu Ömer ve Ka'b İbnu Mâlik(radıyallâhu anhüm) anlatıyor: "Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönünce önce mescide uğrardı. Orada iki rekât namaz kılar, ondan sonra evine dönerdi." (Ebû Dâvud, Cihâd 178)

ü  Me’mûrât ve menhiyât-ı şer’iyede illet, emr-i İlâhîdir ve nehy-i İlâhîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise, müreccihtirler; emir ve nehyin taallûklarına ism-i Hakîm noktasında sebep olabilir.
Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. (Sözler, 27.Söz)
Meselâ, sefer eden, namazını kasreder(namazı kısaltmak). Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da, namaz kasredilir. Sefer olmasa, hânesinde yüz meşakkat görse, yine namaz kasredilmez. Çünkü meşakkat filcümle bazan seferde bulunması, kasr-ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet yapmasına da yine kâfidir.
İşte, bu kaide-i şer’iyeye binâen, ahkâm-ı şer’iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar. (Lem’alar, 9.Lem’a, 5.Sual)

ü  Kasr, taksîr, iksâr gibi üç ayrı kelimeyle ifade edilebilen hal, yolculuk sırasında dört rek'atli namazların iki rek'at olarak kılınmasıdır. Ulemâ iki ve üç rek'atli namazlarda kasr olmayacağı hususunda icma eder.
Uzaktaki bir yere gitmek üzere evden çıkan kimse, bulunduğu şehrin dış evlerini terkeder etmez artık yolcudur, namazı kısaltabilir.
Bir kimse, gittiği yerde girip çıkma günlerinden başka tam dört gün ikâmete niyet etti mi, artık namazları tam kılar.
Namazın kasredilmesinin asıl sebebi yolculuk hâlidir. Korku, meşakkat gibi durumlar, maslahattır. Öyle ise, asıl sebep olunca namaz kasredilir. Maslahat olmasa yine kasredilir. Aksi halde, yolcu olmayan kimse korksa veya meşakkate düşse namazı kasredemez, tam kılar.
Namazı, Kasr da(kısaltmak), itmam da(tamamlamak) caizdir. Yani; namazı Kısaltmayıp dört de kılabilir. Ancak dört rekâtlı namazı iki rekât kılacağına dair namaza dururken niyet etmelidir. Yani kısaltacağını bilerek kılmalıdır. Böyle bir namazı yalnız başına kılabileceği gibi, cemaatle de kılabilir. Her ikisi de caizdir.
Bu hususta Hz.Ömer(r.a) Resûlullah'a(a.s.v) sormuş, Efendimiz(aleyhissalâtu vesselâm): "Yolculuk hali olunca namazın kasredilmesi Allah'ın size bir sadakasıdır" mânasında bir cevap vermiştir. (Kütüb-ü Sitte, 2899)
İbnu Abbâs(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) Medine'den Mekke'ye gitmek üzere yola çıktı. Rabbülâlemîn'den başka hiç bir şeyden korkmuyordu. Yolda namazı ikişer ikişer(yani kasrederek) kıldı.”  (Tirmizî, Salât 391)

ü  Gerekli sefer şartlarını taşıyan ve yolculuk mesafesi de en azından 89 km. olan yolcuların öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı cem'-i takdîm veya cem'-i te'hîr şeklinde kılmaları caizdir.
Hacıların Arafat'ta öğle vaktinde öğle ile ikindi namazlarını cem'-i takdîm; Müzdelife'de yatsı vaktinde akşamla yatsı namazlarını cem'-i te'hîr şeklinde birlikte kılmaları caizdir. (Nevevî, el-Mecmû', 4/249)
Belirtilecek sebeplerden birinin tahakkuk etmemesi durumunda beş vakit farz namazdan birini vaktinden önceye alarak ya da vaktinden sonraya bırakarak başka bir vaktin namazıyla birlikte kılmak caiz olmaz. Zira yüce Allah, her namazı kendi vakti içinde kılmamızı açık bir ifadeyle emretmiştir: "Namaz, müminlere belirli vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır." (Nisa 4/103)
Ancak kolaylık ve müsamaha dini olan islâmiyet, bazı sebeplerin oluşması durumunda sıkıntı ve güçlüğü ortadan kaldırmak maksadıyla bazı farz namazların, vakitleri dışında kılınmasına ruhsat vermiştir.
Şunu da belirtelim ki, bu konuda mezhepler arasında meydana gelen ihtilâftan sakınmak için efdal olan, cem' yapmaksızın namazları vakitlerinde kılmaktır. Ayrıca sevgili Peygamberimiz de(s.a.v) sefer halinde namazlarını hep kısaltarak kılardı. Ama cem'i her zaman uygulamazdı.
Cem' ederek kılmak daha faziletli olsaydı, sefer halinde namazlarını hep cem' ederek kılardı. Ama bununla birlikte bazan cem'-i takdîm, bazan da cem'-i te'hîr şeklinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birlikte kılmıştır.

ü  Vakit namazlarından bazıları cem’-i takdim veya cem’-i te’hir sûretinde kılınabilir. Bu aynı zamanda sünnettir ve duruma göre her ikisi de yapılabilir.
Buna göre, dinen yolcu sayılan bir kimse, erkek veya kadın öğle ile ikindiyi; akşamla yatsı namazlarını birleştirerek kılabilir. Sabah namazına gelince, bunun hiçbir durumda başka bir vaktin namazıyla birleştirilerek bir arada kılınması sahih olmaz.
Öğle namazını ikindi ile birlikte ikindi vaktinde; akşam namazını yatsı ile birlikte yatsı vaktinde kılarsa ilk namazları geciktirmiş olduğundan “cem’-i te’hir” yapmış olur.
Fakat ikindiyi öğle ile birlikte öğle vaktinde, yatsıyı da akşamla birlikte akşam namazı vaktinde kılarsa, ikinci namazları öne alıp kıldığından böylece “cem’i takdim” yapmış olur.
Vasıta yürüyüş halinde ise, öğle ve akşam namazlarının vakti içinde, öğle namazını ikindiye ve akşam namazını yatsıya te’hir etmek; istirahat halinde ise ikindi namazını öğle vaktinde, yatsı namazını da akşam vaktinde birlikte kılmak daha faziletlidir. (İlmihal, Mehmed PAKSU)
Bir rivâyette şöyle gelmiştir: "...Acele yürümek gerekirse öğleyi ikindiye te'hir eder, ikisini birleştirirdi, keza ufuktaki aydınlık kaybolunca da akşamla yatsıyı birleştirirdi." (Buhârî, Taksîru's-Salât 16,15; Müslim, Müsâfirîn 46)

ü  Gerek cem’-i tehir yaparken, gerekse cem’-i takdim ederken birtakım şartlara riayet etmek gerektir.
Cem’-i takdimle kılacağı zaman birinci şart, namazlardaki sıraya uyması gerekir. İkindi namazını öğle vaktinde, yatsı namazını da akşam vaktinde kılacağı zaman önce öğleyi, sonra ikindiyi; akşam ile yatsı namazlarında ise önce akşamı, sonra yatsıyı kılmalıdır. Aksi halde her iki namaz da fâsit olacağından iade etmesi gerekir.
İkinci şart da, meselâ, öğle namazını kılarken içinden, “Bundan sonra ikindi namazını cem’i takdim ederek kılacağım” diye niyet etmelidir. Bu niyeti namazın içinde selâm verinceye kadar getirmesi lâzımdır.
Üçüncü bir şart, cem’-i takdim edilerek kılınacak namazlar arasında iki rekât namaz kılacak kadar bir fasıla verilmemesi lâzımdır. Aralarında bu miktardan fazla bir zaman olursa ikinci namazı kendi vaktinde kılmak gerekir.
Dördüncü şart da, ikinci namazı kılmaya başlayıncaya kadar yolculuğun devam etmesi şarttır. İkinci namaza başlamadan evvel ikamet edeceği beldeye varırsa, artık bu namazı kendi vakti içinde kılması lâzım gelir.
Cem’-i te’hir için ise sadece iki şart vardır. Bunlardan birisi; birinci namazı ikinci namazın vaktine te’hir edeceğine dair niyet etmelidir. Meselâ öğle ile ikindiyi birarada kılacaksa öğle namazını ikindi namazının vaktinde kılacağından, öğle namazının vakti çıkmadan bu namazı ikindi vakti girince kılacağına dair niyet etmesi lâzımdır. Vaktinde niyet getirmeden te’hir ederse, bu namaz kazaya kalmış olacağı gibi, ayrıca namazı geciktirdiği için de günahkâr olur.
İkinci bir şart da, yolculuğun her iki namazı kılıncaya kadar devam etmiş olması lâzımdır. Birinci ve ikinci namazı kılarken ikamet edeceği yere varırsa birinci namazı kazaya kalmış olur ve ayrıca mes’ul duruma da düşer.
Cem’-i te’hirde sıraya riayet etmek şart değildir. Meselâ, ikindi namazını öğle namazından ve yatsı namazını da akşam namazından önce kılabilir. (İlmihal, Mehmed PAKSU)


Yemek Duası


Yemek Duası


Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız!
Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster.
Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et.
Bizi bu çöllerde mahvettirme.
Bizi huzuruna al.
Bize merhamet et.
Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir.
Bizi zevâl ve teb’îd ile tazib etme.
Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başıboş bırakıp idam etme.


Yâ Rab!
Kusurumuzu affet.
Bizi kendine kul kabul et.
Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.

Yâ Rab!
Resûl-u Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın bereketi hürmetine bize ihsan ettiğin maddi ve manevi rızkımıza bereket ihsan et..!
Yâ Rab!
Ruhumuzu cesedimize, kalbimizi nefsimize, aklımızı midemize hâkim eyle. Lezzeti şükür için isteyen kullarından eyle.
Amin!…


Yemek Adabı


Yemek Adabı

ü  Evet, Sünnet-i Seniyyeye ittiba, mutlaka gâyet kıymetdardır.
Hususan bid'aların istilâsı zamanında sünnet-i seniyyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâat etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir îmanı ihsas ediyor.
Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hâtıra, bir huzûr-u İlâhî hâtırasına inkılab eder.
Hatta en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor.
Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenab-ı Hakk'a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.
      İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir. (Lem’alar, 11.Lem’a)

ü  Yemeğe dua ile başlamak.
Allah'ın Resulü(a.s.v), yemeğe dua ile başlardı. Hz. Peygamber(s.a.v) sofrası kurulduğu zaman şöyle derdi: "Allah'ın ismiyle başlarım! Ey Allah'ım! Bu nimeti şükrü yapılmış ve cennet nimetinin verilmesine vesile yapacağın bir nimet kıl." (Nesai)

ü  Yemekten önce ve sonra elleri ve ağzı yıkamak, yemeğin bereketini arttıran güzel bir sünnettir.
Hz. Enes(r.a) naklediyor: Peygamber Efendimiz(a.s.m) şöyle buyurmuştur: "Kim ki Allah'tan evinin hayrını çok etmesini isterse, yemeğe otururken ve kalkınca elini ağzını yıkasın." (Ramûz, c.2/396-9)

ü  Yemeğe, Besmele çekerek başlamak gerekir.
Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın Lisan-ı hâliyle vird-i zebânıdır.
Mâdem her şey mânen Bismillah der. Allah namına Allah'ın ni'metlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız... (Sözler, 1.Söz)
Hz. Âişe'den(r.a) şöyle rivayet edildi: Peygamber(s.a.v) ashabından altı kişi ile birlikte yemek yiyordu. Bir bedevi geldi ve o yemeği iki lokmada yiyip bitirdi. Bunun üzerine Resûlullah(s.a.v): "Dikkat ediniz! Eğer besmele çekseydi hepinize yetecekti" buyurdu. (Hadislerle İslâm, c.3/345)
Âişe(Radıyallahu anhâ) rivayet ediyor: Peygamber Efendimiz(s.a.v) buyurdu ki: “Sizlerden biri yemek yemeye başladığında besmele çekmeyi unutursa, o kimse 'Bismillahi evvelâhu ve âhirehu' desin.” (Şemâil-i Şerif, 204)

ü  Yemeğe tuz ile başlayıp, yemeği tuz ile bitirmek, yemek adabındandır.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) buyurdu ki: “Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirenin vücudundan Allahü teâlâ yetmiş hastalığı giderir.” (R.Nasihin)

ü  Yemeği çok sıcak yememek, koklamamak ve yemeği soğutmak için de üflememek gerekir.
Efendimiz(s.a.v) sıcak yemek yemezdi ve “Sıcak yemekte bereket yoktur.  Cenab-ı Hak bize ateşi yedirmemiştir. Binaenaleyh yemeği soğutunuz ve yiyiniz.” buyururlardı. (Ramuz el-Ehadis 6/12)
İbni Abbas(r.a) bu hususta şöyle demektedir: “Resûlullah(a.s.m) yiyeceğe ve içeceğe üflemez; kabın içine de solumazdı.” (R.Salihin 769)

ü  Yemek, Sağ El ile yenilmelidir.
Abdullah İbni Ömer(r.a) Peygamberimizin(a.s.m) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Biriniz yemek yediği zaman sağ eli ile yesin. Bir şey içtiği zaman da sağ eliyle içsin. Çünkü ancak şeytan sol eliyle yer ve içer." (Tirmizî, Et'ime 9)
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş:  “Sağ elinle ye.” demiş. O adam demiş:  “Sağ elimle yapamıyorum.”  Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş:  diye bedduâ etmiş. “Kaldıramayacaksın.” İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış.
O, gurur ve kibrinden dolayı sağ eliyle yemek istemiyordu. İşte Resûlullah(a.s.m.) bundan dolayı beddua etmişti. Artık o elini kaldıramaz oldu. (Mektubat, 19.mektub)

ü  Bir yere dayanarak, yaslanarak ve Ayakta, yemek yememek gerekir.
Peygamber Efendimiz(a.s.m) yemek yerken, ya iki dizi üzerine oturur, ya da sağ dizini dikip sol ayağı üzerine otururlardı.
Peygamber(a.s.v) şöyle buyurmuştur: “Bir yere dayanarak yemek yemem.” (Ramuz el-Ehadis 545/13)

ü  Ortaya konulmuş yemeğin, kendi önüne gelen kısmından yemek. 
Hz. İbni Abbas'ın(r.a) rivayet ettiğine göre sevgili Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: "Sizden birisi yemek yediğinde tabağın ortasından yemesin. Onun kenarından yesin. Zira bereket üstten iner." (Ramûz, c.1/35-1)

ü  Yemek yerken, şayet lokma sofraya düşerse onu alıp yemek lazımdır.
Hz.Câbir'in(r.a) rivayetine göre bu hususta Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Sizden birisi yemek yediğinde lokması düşerse, üzerinde olanı temizlesin, sonra da onu yesin. O lokmayı şeytana bırakmasın." (Ramûz, c-1/35-5)

ü  Kabuklu bir yiyeceği(meyve gibi) yerken, kabukları ayrı kaba koymak lazımdır.
Bu hususta, Resûlullah(s.a.v), hurmayı ve çekirdeğini aynı tabak içine koymayı yasaklamıştır. (Tenbîhü'l Gafilin, c.2/844)

ü  Yemeği iyice çiğneyip sindirerek yemek, Sofraya düşen yemek kırıntılarını ve tabaklarda kalan az miktardaki yemek artıklarını da yemek lazımdır.
Efendimiz(s.a.v) yemeğin arta kalanını severdi ve “Her kim çanakta, kapta yemek yedikten sonra onu sıyırırsa o, onun için istiğfar eder.” buyururdu. (Tirmizi, Et’ime)

ü  Yemekte aşırı gitmemek, lüzumundan fazla yememek ve sofradan tam doymadan kalkmak gerekir.
Peygamber(a.s.v) çok yiyip de geğirmeyi sevmezdi. Geğiren birine şöyle demiştir: “Bırak şu geğirmeyi canım! Dünyada karnını tıka basa doyuran, kıyamet günü aç kalacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet 37)
Peygamberimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "İnsan yemesini azalttığı zaman içi nur dolar." (Ramûz, c.1/33-13)
Peygamberimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "Birinizin lokması yemekte yere düşerse, üzerindeki bulaşığı gidersin ve yesin, onu şeytana bırakmasın." (Ramûz, c.1/35-5)
Allah Resûlü(s.a.v), yemekten sonra tabağı sıyırmayı emretti ve “Siz, bereketin yemeğin hangi kısmında olduğunu bilemezsiniz.” buyurdu. (Müslim, Et’ime)
Peygamberimiz(s.a.v) başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmuşlardır: “Midenin üçte birini yemeğe ayır, üçte birini de suya; kalan üçte birini ise rahat nefes almaya bırak!.” (Tirmizi, Et’ime)
İslâm Hükemâsının Eflâtunu ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sinâ, yalnız tıb noktasında  Âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:
“İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir. Yâni vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek veyahût telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mîdeye doldurmaktır.” (Lemalar, 19.Lem’a)
Molla Hamid ağabey hatıratında Bediüzzaman Hazretlerinden şu hatırayı nakletmiştir: Midenin üç hakkı var… Üstad’dan ders alan hocalar, kendi geçimlerini temin etmek ve başkalarına yük olmamak için, bir teneke bulgur ve biraz da yağ getirmişlerdi. Annem yetmiş yaşlarındaydı. Yemeğimizi o pişirirdi.
Üstad bir gün bulgurları eve götürmemi istedi. Sabahları çay, peynir, akşamları ise bulgurlu çorba veya pilav yaptırarak günlerimizi geçiriyorduk.
Annemin yaptığı çorba ve pilavları alıp getiriyordum. Üstad yemek yerken herkesin ekmeğini ayırır, taksim ederdi. Ekmek bana az geliyordu. Sofradan altı talebe bir de Üstad yedi kişi oluyorduk. Bazen misafirlerimiz de gelirdi. Üstad bana şefkat ettiğinden cesaret alarak, ekmeğin az olduğunu söyledim. Evde çok buğday olduğunu, getirip bol bol yiyebileceğimizi ifade ettim.
Üstad tebessüm ederek: "Kardeşim ben azlığı için, olmadığı için böyle yapmıyorum. Siz midenizi neye benzetiyorsunuz? Midenin üç hakkı, üç hissesi vardır. Sadece birisi yemek içindir. Eğer böyle yapmaz da ölçüsüz doldurursanız, bu yaptığınız beş davarlık bir ahıra, onbeş davar doldurmaya benzer.” Üstad bu misalle bize ders verdi. (Son Şahitler, 1.cild 113)

ü  Yemeğe kusur bulunmamalı, hoşa gitmiyorsa, bir şey denilmemelidir.
Hz. Ebû Hüreyre'nin(r.a.) naklettiği şu hadis-i şerifi ölçü almalıyız: "Resûlullah'ın (a.s.m.) hiçbir yemeği kusurlu bulduğunu görmedim. Yemeğe iştihası varsa yer, yoksa yemez, beğenmediği zaman bir şey demezdi." (Ebû Dâvud, Et'ime 13)

ü  Yeme ve içme de İktisat ve Kanaat edip, İsraf ve Tebzir (cimrilik) etmemek.
Lezâiz çağırdıkça, "Sanki yedim" demeli. Zira Peygamber Efendimiz(s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Canının istediği her şeyi yemen israftan sayılır.” (İbn-i Mâce, Et’ime 51)
 “Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı (Tad alma duygusu)  bir kapıcı, â'sab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (Kuvve-i zâika ile, merkez-i vücuddaki mîde ile bir medâr-ı muhabereleridir) ki: Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mîdeye lüzumu yoksa "Yasaktır!" der, dışarı atar. Bazen da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mîde, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahût o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın.
İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.
Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek.
İşte İktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir.
İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mîdeyi karıştırır, iştiha-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.” (Lemalar, 19.Lem’a)

Bediüzzaman hazretleri Lemaat eserinde mevzu ile alakadar şu veciz ifadeleri beyan etmiştir: “İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır.”

Ey müsrifli kardeşim! Tagaddî noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.
Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zâika; bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.
Onun tesiri menfi, müsbet değil. Vazife, yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.
Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.
İsrafın en sefîhi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi. Heves etme bu işe. (Sözler, Lemeat)

ü  Soğan ve sarımsak gibi etrafa nahoş koku yayan yemekler yenildiğinde, cemiyet içerisine çıkılmamalıdır.
Hz. Cabir (r.a.) Resûlullah'ın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Sarımsak ve soğan yiyen kimse bizden uzak dursun yahut mescitlerimizden uzaklaşsın, evinde otursun." (Buhari, Et'ime 49)

ü  İsraf etmemek şartiyle ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşrû olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartiyle, lezzetini tâkip edebilir.
Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir.
Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze ihtiyar yoktur.
Nitekim Cenab-ı Hak mevzu hakkında Kuran-ı Kerimde şöyle buyurmuştur: “Yiyiniz içiniz; fakat israf etmeyiniz! Çünkü Allâh isrâf edenleri sevmez.” (el-A'râf 7/31)
Bu hakikata işaret eden bir hâdise ve bir keramet-i Gavsiye:
Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyâre, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş... Ona acımış.
Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor.
Nazdarlığından demiş: "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!" Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum Biiznillah!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemed ve mevsûk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerâmeti olarak mânevî tevatürle nakledilmiş.
Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin."
İşte Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı mîdesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir... (Lemalar, 19.Lem’a)

            Bediüzzaman hazretleri Lemaat eserinde mevzu ile alakadar şu veciz ifadeleri beyan etmiştir: Böyle zamanda tereffühte izn-i şer'î bizi muhtar bırakmaz.”

Lezâiz çağırdıkça "Sanki yedim" demeli. "Sanki yedim" düstur eden, bir mescidi yemedi.
İstanbul'da Sankiyedim namında bir mescid var. "Sanki yedim" diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.
Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena'uma ihtiyar bir derece var idi.
Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar izn-i şer'î kalmadı.
Sevâd-ı âzam, hem ekseriyet-i mâsumun maişeti basittir. Tagaddî besâtetiyle onlara tâbi olmak,
Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefiye tagaddîde tereffüh noktasında benzemek. (Sözler, Lemeat)

ü  Cenab-ı Hakkın yedirdiği o kıymettar nimetler için, Şükür etmek ve yemek bitiminde Yemek duasını yapmak.
Enes b. Malik’ten (r.a.) Resûlullah'm (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah, yemek yiyip de hamdeden kulu ile su içip de hamdeden kulundan razı ve hoşnut olur." (Tergib ve Terhib, C.4/382)
Ebû Said Hudri (r.a.) rivayet etmiştir: Resûlullah (a.s.v) yemekten sonra, “Bizi doyuran, bize içiren ve bizi Müslüman olarak yaratan Allah'a hamd olsun” derdi. Meali bu şekilde olan duanın asıl metni şöyledir: "Elhamdülillâhi'llezi et'amenâ ve sekânâ ve ce'alena minel müslimiyn." (Ebû Dâvud, Libas 1)
Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?
Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakiki, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir.
Başta "Bismillah" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür. Ortada, ''bu kıymettar hârika-yi san'at olan nimetler Ehad-ü Samed'in mu'cize-i kudreti ve Hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek'' fikirdir.
Bir pâdişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imlere medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakiki'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.
       Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah namına başla, Allah nâmına işle. Vesselâm.” (Sözler, 1.Söz)
Hem şükür içinde, safi bir îman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: "O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesi ile ve itikad etmesi ile, her şey'i -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir îmanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.
         İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz.
Şöyle ki: Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk'ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor.
Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor.
Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur.
Şükür ile, zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rızkın akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.” (Mektubat, 28.Mektub)

ü  Kamil Mü'min, kendisi az yer, buna mukabil başkalarına yedirir, ikram eder. Yemekten ziyade yedirmek çok daha faziletlidir.
Ebû Hüreyre (r.a) Resûlullah'ın (a.s.m) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Çok çok selâm verin, yemek yedirin ve manen mücahede edin ki, Cennetin mirasçıları olasınız." (Tirmizî, Et'ime 45)
Bediüzzaman hazretleri de mevzu hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Mü'minin şe'ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana müsahhar olur.” (Mektubat, 22.Mektub)

ü  Yemeği topluca yemek ve Sofraya oturacakların tamamı gelmeden yemeğe başlamamalı.
Cabir’den(r.a.) Resûlullah'ın(s.a.v): "Yemeklerin, Allah'a en sevimli olanı, başına çok insan toplananıdır" buyurduğu rivayet edildi. (Tergib ve Terhib, c.4/362)
İbni Mâce de Hz Ömer'den(r.a) Resûlullah'ın(s.a.v): "Yemeğinizi ayrı ayrı değil, toplu halde yiyiniz. Çünkü bereket cemaatle beraberdir." buyurduğunu rivayet etmiştir. (Tergib ve Terhib, c.4/361)
Ebû Hüreyre(r.a.) Resûlullah'ın(a.s.m) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İki kişilik yemek üç kişiye, üç kişilik yemek de dört kişiye yeter." (Buhârî, Et`ime 11)

ü  Yemeği herkes yiyip bitirinceye kadar sofradan kalkmamak, kendisi doysa bile herkes yemeğini bitirinceye kadar elini yemekten çekmemek gerektir.
Hz. İbni Ömer (r.a) bu hususla ilgili Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sofra kurulduğunda, kişi önünden yesin. Arkadaşının önünden ve tabağın tepesinden(ortasından) yemesin, Zira bereket yukarıdan gelir. Sofra kaldırılmadan da kalkmasın. Bütün insanlar elini çekmedikçe, doysa bile elini yemekten çekmesin ve etrafını gözetsin. Zira olabilir ki henüz yemeğe ihtiyacı olan bir kimse utanır da, o da elini yemekten çeker." (Ramûz, c.1/65-12)

ü  Suyu iki-üç yudumda, emerek ve su kabına solumadan içmek lazımdır.
Efendimiz(s.a.v) suyu üç yudumda içerlerdi ve “bu daha afiyetli, hazmı daha kolay ve dertten beri olmak için daha uygundur” buyururlardı.
İbnu Abbas (r.a) anlatıyor: Resülullah(a.s.v) buyurdular ki: "Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç solukta (dinlene dinlene) için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allâh'a hamdedin." (Tirmizî, Eşribe 13)
 
ü  Suyu oturarak içmek lazımdır. Ayaktayken su içmek her halükarda memnudur. Zemzem ve abdestin artan suyu müstehab ve mahzı şifa oldukları için ayakta içilebilir.
İbnu Abbâs (r.a) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissâlâtu vesselâm)'a zemzemden sundum, ayakta olduğu halde içti." (Buhârî, Eşribe 16)
Hz. Enes (radıyallâhu anh): "Resülullah aleyhissâlâtu vesselâm ayakta içmeyi yasakladı" demişti. Kendisine: "Ya yemek? Bu husustaki hüküm nedir?" diye soruldu. "Bu daha şiddetle yasaktır!" dedi veya şöyle dedi. "Bu daha şerli, daha kötü!" (Müslim, Eşribe 113)
Peygamber Efendimiz(s.a.v) başka bir hadislerinde ise şöyle buyurdu: “Ayakta su içmeyin. Eğer ayakta su içmenin zararını bilseydiniz içtiğiniz suyu geri çıkarırdınız.” (Müslim, Eşribe 116)
 
ü  Yemek yerken ve Su içerken altın ve gümüş kaplar kullanmak, dinen yasaklanmıştır.
  Hz. Huzeyfe (r.a.) Resûlullah'ın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Altın ve gümüş kaplardan bir şey içmeyin. İpek ve atlas kumaş da giymeyin. Çünkü bunlar, dünyada Müslüman olmayanlara, Âhirette de sizin içindir." (Buhârî, Et'ime 28)
 
ü  Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.
Yiyip içtiklerimizin helalden olması, hem dinen kullanımı yasak olmaması, hem de hakkımız olmasına bağlıdır. Helal olmakla birlikte, başkalarının hakkı olan şeylerin, rızaları alınmadan yenilip içilmesi de haramdır.
Allah'ın yeryüzünde bizim için serdiği nimet sofrası gerçekten çok geniştir. Helal olanlar, yasaklardan mukayeseye gelmeyecek kadar fazladır. Yasak edilenler de, bildiğimiz ve bilemediğimiz zararlarından dolayıdır.
Bir sahabe Efendimizin(s.a.v) huzuruna çıkarak duasının niçin kabul olunmadığını sorduğunda, Peygamber Efendimiz(s.a.v) ona şöyle cevap vermiştir: “Haramdan uzak dur. Çünkü midesine haram bir lokma giren kişinin duası kırk gün kabul olunmaz.” (Muhtasar İbni Kesir, 1: 149)

ü  Bir cemaatte Su içmede öncelik hakkı, sağındır.
Bu husus muamelatta şu şekilde olur; İlim veya yaş bakımından meclisin büyüğünden veya suyu ilk isteyenden başlayarak; onların sağından su dağıtmaya devam edilir. 
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir bardak süt getirilmişti. İçerisine su katıldı. Önce kendisi içti. Solunda Hz. Ebu Bekir (radıyallâhu anh) vardı, sağında da bir bedevi. Sütten artan kısmı bedeviye verdi ve: "Öncelik hakkı sağındır, sonra da onun sağından devam etsin!" buyurdu. (Buhârî, Eşribe 14)