24 Mart 2011 Perşembe

Çalışma ve Alış-Veriş Adabı



Çalışma ve Alış-Veriş Adabı
Şübhesiz insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur! (Necm Suresi, 53:39)

ü  Çalışma en geniş anlamıyla “faaliyet göstermek, çabalamak, sa’y etmek, emek ve gayret sarf etmek” olarak kabul edilecek olduğu takdirde bu faaliyet, varlığın en temel, en belirgin özelliği olmaktadır.
Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. Bu noktada faaliyet, var olma ya da varlığını duyma ve duyurma demektir; bu yönüyle çalışma, doğrudan var olmayla alâkalıdır. Zira faal halde olmak için önce var olmak gerekir. Ma’dumun, yani var olmayanın faaliyetinden bahsetmek mümkün değildir.
Ayrıca var olmanın bizatihi kendisi bir faaliyettir, bir aktivite ve oluştur da denebilir. Zira vücutta asla atâlet yoktur. Atalet, vücut içinde yokluk, hayat içinde ölümdür; buna karşılık faaliyet ve çalışma ise asıldır. (Sözler, s.335, s.343)
Vücutta Atâlet Yok. İşsiz Adam, vücutta Adem Hesabına İşler. En bedbaht sıkıntılı muzdarib, işsiz olan adamdır; zira ki atâlet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir. Sa'y ise: Vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet! (Sözler, Lemeat)
Ey sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur.
İşte bu sır içindir ki, mevcudat, hattâ bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tabir edilen hususî vazifelerinde, kemâl-i şevkle ve bir çeşit lezzetle evâmir-i Rabbâniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ şems ve kamere kadar herşey kemâl-i lezzetle vazifesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.
Sünnetullah tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, sa’y eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü daima işsizler ömründen şikâyet eder, eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa’y eden ve çalışan ise şâkirdir, hamd eder, ömrünün geçmesini istemez. Hem o sır iledir ki, “Rahat zahmette, zahmet rahattadır.” cümlesi darbımesel olmuştur. (Lem’alar, 17.Lem’a, 8.Nota)
En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı işsiz adamdır. Zira, atalet ademin ammizadesi, mevtin biraderzadesidir. Sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır. (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, 120)

ü  Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, faidelerine râcih geldi.
Medeniyetteki maksud-u hakîki olan istirahat-ı umûmîye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet.. ve sa’y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçâre beşeri hem gâyet fakir, hem gâyet tenbel eyledi. Semavî Kur’ânın kanun-u esasîsi

ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir.” diye Risâle-i Nur bu esası ders veriyor.
      Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer ni’met-i Rabbânîye olmasından, hakîki bir şükür ve menfaat beşerde isti’mali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor.
      Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyâdeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup, israf ve hırs ve tama’ı ziyâdeleştirmeğe, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o biçâre muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor! Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zâyi ediyor.
       Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû’-i isti’mal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş... Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasiyle; intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî sûretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azâbı veriyor. (Emirdağ Lahikası, m.394)

ü  Peygamberler hem geçimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî sorumluluk noktasında daima faaliyet içerisinde bulunmuşlardır. Hattâ geçimlerini temin noktasında, birçok peygamberin belli mesleklerin pîri olacak kadar hayatı kazanmada öncüler oldukları bilinmektedir.
Meselâ Hz.Âdem(a.s) ilk çalışan meslek insanıdır. O, hem çiftçilik hem de dokumacılık yapmıştır. Hz.İdris(a.s) terzi ve kalemle ilk yazı yazan, Hz.İsmail(a.s), ilk Arapça yazı yazandı.(Süheylî 1387, 1:78; Paşa 1984, 1:18); Hz.Nuh(a.s) ile Hz.Zekeriya(a.s) ise marangozdu. Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre Resûlüllah(s.a.s), Hz.Davud(a.s)’ın elinin emeğinden başka bir şey yemediğini, Zekeriya(a.s)’ın da marangoz olduğunu haber vermiştir. (Buharî, Büyû 15; Müslim, Fedail 45) Hz.İbrahim(a.s) hububat tohumu satarak geçiniyor, aynı zamanda ziraat ve marangozluk yapıyordu. Hud ve Salih(a.s) ticaretle, Hz.Eyyüp(a.s) çiftçilik, Hz.Davud(a.s) sultan olduğu halde demircilik (Sebe’ Sûresi, 34/10-11), Hz.Musa ve Hz.Şuayb(a.s) ise çobanlık yaparak geçinmişlerdi.(Yavuz 1992, 46-49)
Faaliyet, insanların zirveleri olan peygamberlerin belirgin özelliklerinden olunca, onları örnek almak en uygun davranış olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ; “İşte, o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü!” (En’am Sûresi, 6/90) meâlindeki âyetiyle, inananlara ve onların şahsında tüm insanlığa peygamberin yolundan gitmemizi, onları örnek almamızı emretmiştir.
Dünya geçimini temin açısından çalışmaya bakıldığında, Allah Resûlü(s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: “Bir kimse kendi eliyle çalışıp yediğinden daha hayırlı bir şey yememiştir.” (Buharî, Büyu 15)
“İnsanın kazandıklarının en hayırlısı, çalışıp kazanarak elde ettikleridir.” (İ.Hanbel, 2:354, 357)
“İçinizden kim bana insanlara yük olmayacağına, onlardan bir şey istemeyeceğine dair söz verirse, ben de ona Cennet’te olacağına garanti veririm.” (Tirmizî, Zühd 61)
Bu beyanlarında, insanları çalışmaya ve haklı kazanca teşvik etmiş; Fahr-ı âlem(s.a.s) hangi kazancın en temiz ve en üstün olduğu sorulunca da kişinin bizzat kendi emeğiyle kazandığı işin ve şüpheli olmayan helâl alışverişin en temiz ve en üstün kazanç olduğunu beyan buyurmuştur. (İ. Hanbel, 3:466)

ü  İnsan rızka çok müptelâ olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mâni tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için, âyet-i kerime diyor ki: “Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir.” (Zâriyât Sûresi, 51:56-58)
Rızka çalışmak, emr-i İlâhî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvânâtınızın rızkını tedarik etmek, adeta Bana ait rızık ve it'âmı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibâdımın rızkını Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz. (Lem’alar, 28.Lem’a, 2.Nükte, 2.Vecih)
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgıl-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?
Sen istidat cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir?
Bununla beraber, meşâgıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ “Zuhal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun! (Sözler, 21.Söz, 1.Makam, 5.İkaz)

ü  İslâmiyet’in bir Kanun-u Esasîsi şu hadîs-i şeriftir:
 Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.” (el-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450) hakîkatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.
Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubûdiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adâlet olmaz, esasiyle de bozulur.
Ve hukuk-u ibad da zir ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur. (Emirdağ Lahikası-2, m.95)

ü  Merâtib-i dünya, hakikat nokta-i nazarında dünyanın faniliğine baktığı cihetle ahirete nisbeten pek ehemmiyetsiz olmakla beraber, dünyevi mertebesini hizmet-i Kur’ân’a medâr edenler için, minnet altına ve zillete girmemek şartıyla hoş görülebilir.
İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder.
Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder.
Rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve kabul-ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür; yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.
İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ olan adam, hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır.
Dolayısıyla İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yâd edilmek, hakikat-bîn olanlarca bir şeref değildir. Eğer rızâ-yı İlâhî varsa, o rızanın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse, bir derece emare-i rıza olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli. (Barla Lahikası, m.16; Mektubat, 29.Mektub, 6.Kısım, 1.Desise;  Barla Lahikası, m.10)

ü  Şeriâtla, Kur’ânla, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır.
Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ûlülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin(aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir. Kur'ân ve hadis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır.
Meşrûtiyet, adâlet ve Şeriâttır. Pâdişâh, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, pâdişâh da olsalar, haydutturlar. (Hutbe-i Şamiye, Zeyl; Divan-ı Harbi Örfi, 3.Cinayet)
Rabbimiz müminlere hitaben mealen şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, Allah'a itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de..." (Nisa Suresi, 4:59)
Âmir durumunda olan kimse, İslâm'ın emir ve yasaklarına uyar, açık delillerle sabit olmuş dinin hiçbir hükmünü kasten hafife alıp çiğnemezse, tebaanın ona itaat etmesi vacip olur.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) âmire itaat hususunda şöyle buyurmuştur: "Üzerinize âmir tâyin edilen kimse, başı kuru üzüm gibi simsiyah bir habeşli de olsa, onun sözlerini dinleyip emirlerine itaat ediniz." (Buhâri, es-Sahih, Kitabu'l Ahkam 4,8/105)
Medarı ibret bir hadise-i Tarihiyeyi Bediüzzaman hazretlerinin kaleminden dinleyelim:
Bu millet-i İslâmın cemâatleri, her ne kadar bir cemâat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan’da, umum me’murlara dâir en evvel sordukları suâl bu imiş:
Acaba namaz kılıyorlar mı? derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.
     Bir zaman, Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum:
— Sebeb nedir?
Dediler ki:
— Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz? Hâlbuki bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler. (Mesnevi-i Nuriye, Hubab)

ü  Âmirde aranan vasıflardan birisi de; Liyakat, ehliyet ve salahiyettir.
Dünyevi makam ve vazifeler, liyakat ve ehliyet bakımından müstahak olana tevdi edilir. Tevdi etmek, “geçici olarak, emaneten vermek” demektir. Bulunduğu veya bulunacağı makamda geçici olduğunu bilmesi ve buna göre davranması, her an ölebileceğini hesaba katıp ahirete hazırlıklı olması, liyakat sahibi bir insanın birinci özelliğidir. İkincisi emin, yani güvenilir olmasıdır. Çünkü emanet ancak emin olana verilebilir. Bir kişinin güvenirliği Allah’a kulluktaki samimiyet ve ciddiyetiyle ölçülür. Kulluğunu savsaklayıp unutarak Allah’a ihanet edene asla güven olmaz. Zira “Kork Allah’tan korkmayandan!” denilmiştir.
Nitekim Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Eğer o meseleyi Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” (Nisâ Sûresi, 4:83)
Başka bir ayet-i kerime de ise şöyle buyurulmuştur: “Allah size emaneti ehline vermenizi emreder.” (Nisâ Sûresi, 4:58)
Nakledilen bir rivayette Resulullah(s.a.v) buyurdular ki: "Allah, bir mesleği olup mesleğinde maharetli ve uzman olan kulunu sever." (Taberani)

ü  İşçi-işveren münasebetlerinin temelinde sevgi, şefkat ve anlayış vardır.
Zira Efendimiz(s.a.v) işveren durumunda veya amir makamında olanlara, emirleri altında çalıştırdıklarına iyi muamele etmelerini emretmiştir.
Ubâde bin Velid'den(r.a) rivayet edildiğine göre Resûlullah(a.s.m) şöyle buyurmuştur: "Çalıştırdığınız kimselere(Memur, işçi veya hizmetçi) yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin." (Müslim, Zühd 74)
Abdullah bin Ömer'den(r.a) şöyle rivayet edilir: Bir zat Peygamberimize(a.s.m) gelerek, "Ya Resûlullah, bir hizmetçi hata işlediğinde kaç defa affedelim?" diye sordu. Resûlullah(a.s.m) ona hiç cevap vermedi. Sorusunu üçüncü defa tekrar edince; “Günde yetmiş defa affedeceksin” buyurdu. (Ebû Dâvud, Edeb 124)

ü  Dinimiz, çalışma hayatının ayrılmaz parçalarından olan işçinin ücretinin vaktinde, alın terisi kurumadan ödenmesini emretmektedir. Zira İslâmiyete göre çalışma hayatında emeğe saygı vardır.
Ebû Hüreyre(r.a), Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Allah Teâlâ buyurur ki: Üç kimse vardır ki, Kıyamet günü ben onların hasmıyım. Ben, her kimin hasmı olursam, onu helak ederim. O üç kimse şunlardır:
1.Bana karşı söz verip, sonra vaadinden dönen,
2.Hür bir kimseyi köle gibi satarak parasını yiyen,
3.Bir işçi çalıştırarak ondan istifade edip de ücretini vermeyen kimsedir.” (Tergib ve Terhib, c.4/169-2)
Başka bir rivayette ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İşçinin ücretini alın teri kurumadan önce ödeyiniz." (Tergib ve Terhib, c.4/169-2)

ü  İslâmiyet, ticaret hayatının, "helâl dairesinde" cereyan etmesi için, bütün esasları tesbit ederek, esnaf veya tüccarın dikkat etmesi ve sakınması gereken hususları birer birer göstermiştir.
Zîra, helâl dâiresi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. (Sözler, 6.Söz)
Ebû Ümame'den(r.a) Resûlullah'ın(s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edildi: “Tüccarda dört özellik olursa, kazancı bereketli ve helâl olur: Mal satın aldığında kötülemez, Sattığında övmez, Müşteriden malın kusurunu gizlemez, Alışverişte yemin etmez.” (Tergib ve Terhib, c.4/76-l)

ü  Ticaret hayatında beşeri Muamelelerde, doğru ve dürüst olmak, bir tacirin sahip olması gereken en önemli vasıflarındandır.
İşlerinde "doğruluk" ve "güven"i esas alan kimseler insanların en üstün tabakasını teşkil eden peygamberler, sıddikler, şehidler ve sâlihler zümresinde yer alabilirler.
Bir memlekette iktisadî kalkınma, herhalde öncelikle doğruluk ve güvene bağlıdır. Doğruluğun olduğu yerde güven hâsıl olur. Güvenin olduğu yerde az sermayeler bile bir araya gelerek en büyük kalkınma faaliyetlerine yönlendirilebilir. İslâm'ın yalan, aldatma, ölçü ve tartılarda hile gibi ahlaksızlıklar karşısındaki şiddeti, tahdidatı, söz konusu doğruluk ve emniyeti sağlamaya yöneliktir.
Satılan malın kusurları ve meziyetleri alıcıya olduğu gibi söylenme­lidir. Eşyanın nerede yapıldığı, nerede yetiştiği ve benzeri hususlarda ya­lan söylenmemelidir. Satıcı asla ´Maliyetinden daha düşük fiyatla satıyo­rum´ gibi yalanlar söylememelidir. Kısacası her hususta doğruyu söyleyip müşteriyi aldatma yoluna gitmemelidir.
Nitekim bu hususta Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kim bizi aldatırsa o bizden değildir.” (Müslim, İman 164)
Ukbe İbnu Âmir(r.a) buyurmuştur ki: "Müslüman bir kimsenin, bir malda kusur olduğunu bildiği halde, müşteriye haber vermeden satması haramdır." (Buhârî, Büyû 19)
Ebu Sa'îd el-Hudrî(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) şöyle buyurdu: "Emin ve doğruluktan ayrılmayan ticaret ehli; peygamberler, sıddikler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir." (Tirmizî, Büyû 4; İbnu Mâce, Ticârât 1)
Tirmizî'nin, Rifâ'a İbnu Râfi'den yaptığı diğer bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur: "Kıyamet günü tüccarlar fâcirler(günahkârlar) olarak diriltilecekler. Ancak Allah'tan korkanlar, iyilik yapanlar ve doğruluktan ayrılmayanlar müstesna." (İbnu Mâce, Ticârât 3)
Hz.Vasile(r.a) naklediyor: Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse kusurlu bir şeyi açıklamadan satarsa devamlı olarak Allah'ın gazabında ve melâikenin lanetinde olur." (Ramûz, c.2/411-3)
Bediüzzaman hazretleri münazarat eserinde mevzu ile alakalı şu açıklamalarda bulunmuştur;
S-Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C-Doğruluk.
S-Daha?
C-Yalan söylememek.
S-Sonra?
C-Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.
S-Yalnız...
C-Evet...
S-Neden?
C-Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır? (Münazarat, syf.21)

ü  Dinimiz, alışverişte satıcıların mala rağbeti artırmak için yemin etmelerini hoş karşılamaz.
Satıcının yemin etmesi mekruhtur. Yemin yalan yere olursa tahrimen mekruhtur, doğru yemin olursa tenzihen mekruhtur.
Yemin, mala olan alâkayı, rağbeti artırırsa da kazancın bereketini yok eder. Muttakî ticaret ehlinin her çeşit yeminden kaçınması, yemine dilini alıştırmaması gerekir.
Kazançta bereketin kalkması çeşitli şekillerde tezâhür eder. Yalan söylenerek satılan malın ayıbı mutlaka ortaya çıkar. Müşteri, o tüccara artık kendisi uğramayacağı gibi başkalarının uğramasına da mâni olur. Bu, kazancın bereketini gideren bir durumdur. Ayrıca gayr-i meşru yoldan kazanılan paranın gayr-ı meşru harcamalara giderek sâhibini günaha soktuğu, bir kısım taşkınlıklar, şımarıklıklar sonucu sıhhatini, istirahatini kaybettiğini, hapishane, hastane ve hatta mezaristana düştüğünü çevremizde sıkça görmekteyiz.
Yemin etiğimiz meselede sadık bile olsak alışveriş gibi basit işlerde yemine müracaattan kaçınmalı, çok ciddî, son derece mühim meselelerde yemin etmeliyiz. Zira Yemin, dâvada hak olduğumuzu te'yid için Allah'ı şâhid kılmaktır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenler var ya, işte onların âhirette bir payları yoktur. Allah, kıyamet günü, onlara hitab etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır. Elem verici azab onlar içindir." (Âl-i İmrân 77)
Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Hz.Peygamber(a.s.v) şöyle buyurdu: "Ticarette yalan yemin, tüccarın zannınca mala rağbeti artırır. Hâlbuki gerçekte kazancı giderir." (Buhârî, Büyû 26)

ü  Çarşı ve pazarlar; hilenin, aldatmanın, İslâm'ın en az hatıra getirildiği, en ziyade dünyanın, dünyalığın düşünüldüğü mekânlardır. Bundan dolayı dinimiz, çarşıların bu yönüne dikkat çekerek, teyakkuza, dürüstlüğe teşvik etmektedir.
Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular: "Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en ziyade nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır." Müslim, Mesâcid 288)
Selman(r.a) diyor ki: "Elinden geliyorsa, çarşıya ilk giren olma. Oradan son çıkan da olma. Çünkü çarşı, şeytanın, (insanları şaşırtmak için kıyasıya) savaş verdiği yerdir, bayrağı da orada dalgalanır." (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 100)

ü  Çarşı ve pazarlarda çok sadaka vermek, orada yapılan hataların ve işlenilen günahların keffareti olması temenni edilir.
Kays İbnu Ebî Gareze el-Gıfârî(r.a) anlatıyor: Bir gün, Medine'de, bize Hz. Peygamber(a.s.v) uğradı. Buyurdu ki: "Ey tüccarlar! Satış işine, yemin, boş söz ve yalan bulaşır. Siz Rabbin gadabını söndüren sadaka karıştırın." (Ebu Dâvud, Büyû 1)

ü  İktisad ve Hıssetin çok farkı var.
Tevazu, nasılki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasılki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır.
Öyle de: Ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyyeden olan ve belki kâinattaki nizâm-ı hikmet-i İlâhiyenin medârlarından olan iktisad ise, sefillik ve bahillik ve tama'kârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız, sureten bir benzeyiş var.
Bu hakikatı teyid eden bir vâkıa: Sahabenin abâdile-i seb'a-yı meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki: Halife-i Resûlullâh olan Fâruk-u Âzam Hazret-i Ömer'in(r.a) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübârek çarşı içinde, alış-verişte, kırk paralık bir mes'eleden, iktisad için ve ticaretin medârı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş.
Bir sahabe ona bakmış. Rûy-i zemînin Halife-i Zîşanı olan Hazret-i Ömer'in mahdûmunun kırk para için münakaşasını âcib bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hâne-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti.
Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: "İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?" Herbirisi dedi: "Bana bir altın verdi."
O sahabe dedi: "Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rıza-yı nefisle versin!" diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer'i gördü. Dedi: "Ya İmam! Bu müşkilimi hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın."
Ona cevaben dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemâl-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadâkatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."
İmâm-ı Âzam, bu sırra işâret olarak  demiş. Yâni: “Hayırda ve ihsanda (fakat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.” (Lem’alar, 19.Lem’a, 6.Nükte)

ü  Alış veriş muamelesinin her safhasında kolaylık ve karşı tarafı memnun edici davranış teşvik edilmektedir.
Müsamaha ve fedakârlık sâdece satıcıdan beklenmemeli. Alıcı da aynı anlayışı göstermelidir.
Hz.Câbir(r.a) anlatıyor: Hz.Peygamber(a.s.v) buyurdular ki: "Satışında, satın alışında, borcunu ödeyişinde cömert ve kolaylaştırıcı davranan kimseye Allah rahmetini  bol kılsın." (Buhârî, Büyû 16)

ü  Dinimiz, alışveriş yapanların akitten sonra birbirlerinden ayrılmadıkça satış akdini bozup bozmamakta serbest olduklarını ifade eder.
Buna göre satıcı: "Sattım", müşteri de: "Aldım" dedi mi akit kesinleşmiş ve iki taraf birbirinden ayrılmış sayılır. Artık her iki tarafa da muhayyerlik tanınmaz.
Ancak müşteri o malı görmek, kusursuz olmak veya muhayyer olmak gibi bir şartla almış ise bu şartlara binâen akdi bozarak malı iade edebilir.
Müslimden gelen bir rivayette şöyle buyurulmuştur: "Alışveriş yapan herhangi iki kişi arasında, birbirlerinden ayrılmadıkça akit kesinleşmiş olmaz. Ancak muhayyerlik şartıyla yapılan satış müstesna!" (Müslim, Büyû 46)

ü  İkâle, ıstılah olarak alım-satım akdinin(sözleşmesinin) bozulmasıdır.
Akdi bozma talebi müşteriden gelse de, satandan gelse de  farketmez, ikale denir. Aslında  akit yapıldıktan sonra, -önceden bilinmeyen veya beyan edilmeyen bir kusurun ortaya çıkması gibi- meşru bir mazeret olmadıkca akdi bozmak caiz değildir. Bir taraf (alan veya satan) bozmak istediği takdirde diğer taraf dilerse kabul eder.
Şu halde dinimizin tavsiyesi, böyle bir durumda, karşı  tarafın ikâleyi kabul etmesini tavsiye etmektir. Bunun sebebi açık: İkâle teklifinde bulunan taraf bu alışverişten bir huzursuzluğa bir pişmanlığa düşmüştür, bir zarar görmektedir. Öbür tarafın da bunu kabul edivermesi hem bir huzursuzluğu bertaraf edecek, hem de iki taraf arasına bir tadsızlık girmesini önleyeceği gibi muhabbetin artmasına da yardımcı olacaktır.
Dinimiz her huzursuzluğu takbih ettiği gibi, muhabbet vesilelerini de takdir eder. Nitekim bu hadiste "akid bozma" teklifini kabul edenin davranışı övülmüş, mukabilinde Cenâb-ı Hakk'ın, onu düşmelerden, hatalardan koruyacağı, hatalarından hâsıl olan günahlarını affedeceği ifade edilmiştir. Bir mü'mine ikâleyi kabul, kendisi için yeterli bir kârdır.
Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdu ki: "Kim bir Müslümanın ikâlesini (yani alımsatım akdini feshetmesini) kabul ederse, Allah da onu düşmekten kurtarır." (Ebu Dâvûd, Büyû 54; İbnu Mâce, Ticârât 26)

ü  Dinimiz, ticarî hayat için mühim iki prensip vazediyor. Bunlar; Alım-Satımın ölçümle yürütülmesi ve Tartma külfetinin satıcıya âit olması.
Alış veriş sırasında ölçü ve tartıda dürüstlük, fertler arası güven, sevgi, saygı gibi pek çok umur buradaki dürüstlüğe dayanır. Cemiyetin ahengi, huzuru ve dolayısıyla sağlıklı terakki de bunlara dayanmaktadır. Bundan dolayı ölçü ve tartı meselesinde çok dikkatli davranılması, alırken de verirken de ölçümde hassas olunması gereği vurgulanmaktadır.
Hz.Osman(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Sattığın zaman tart, satın alınca tarttır." (Buhârî, Büyû' 51)

ü  Müşteri kızıştırarak malın daha fazla bedelle satılmasını sağlamak, satın alanın aldanmasına yol açtığı için yasaklanmıştır.
Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) efendimiz buyurdular ki: "Alıcı olmadığınız hâlde, fiyatları kızıştırmak için müşteri ile satıcının aralarına girmeyin." (Buharî, Büyû 58)

ü  Yapılan Alışverişe şahit tutmak ve anlaşma maddelerini yazı ile kayda geçirmek, ticaret adabındandır.
Eğer mal borca satılıyorsa, iki şahit tutup borcun miktarını ve ödenme zamanını yazmak çıkması muhtemel ihtilafları ortadan kaldırır. Bu şekilde hareket etmekte, daha fazla teminat ve tazminat vardır.
Ayrıca Müslümanlar arasındaki yardım ve merhametin artırılması söz konusudur. Yani yazmanız, hakkın yerine gelmesi için daha uygun, insanlar ara­sında adaletin yerine gelmesi ve şahitler için daha kolaydır. Borcun yazılması, ihtilaflara engel olur, şüphe kapısını kapatır. Çünkü şüphe ve ihtilaf İnsanların birbirine olan güvenini ortadan kaldırdığı gibi borç verme alışkanlığını da yok eder. Borç verme âdeti ortadan kalkarsa, insanlar sıkıntıya düşer.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Birbirinize belirli bir zaman için borç verdiğinizde onu yazın.
O hâlde bir kâtib aranızda adâletle yazsın! Hem hiçbir kâtib, Allah’ın ona öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, hemen yazsın!
Borçlu olan da senedini yazdırsın ve Rabbi olan Allahtan sakınsın da ondan bir şey eksiltmesin, tam yazsın!
Buna rağmen borçlu, akıl noksanlığı olan veya zayıf, çocuk yaşta bir kimse ise veya kendisi yazdırmaya güç yetiremiyorsa, o takdirde velîsi adâletle yazdırsın!
Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun, eğer iki erkek bulunamazsa, şahitliklerine razı olacağınız bir erkekle iki kadın şahit olabilir. Şahitler de çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar!
Borç büyük olsun, küçük olsun onu süresiyle beraber yazmaya üşenmeyin. Bu sizin için Allah katında adalete en uygun, şahitlik için en sağlam ve şüpheye düşmemenize daha yakın bir durumdur. Yalnız, aranızda hemen alıp verdiğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanızdan ötürü üzerinize bir günah yoktur. (Bakara 282)

ü  Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen on adedde ancak ikisi idi.
      Şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırası sû’-i isti’malat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcâtlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.
       Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçâre avâm ve havas tabakasını dâima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücûb-u zekat, hurmet-i riba” vasıtasiyle avâmın havassa karşı itâatini ve havassın avama karşı şefkatini te’min eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbûr etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber etti! (Emirdağ Lahikası, m.394)

ü  Beşerî hayatın her meselesine, kendi zâviyesinden müstakil, orijinal çözüm ve istikâmet teklif eden İslâm dini, iktisâdî hayatımızın mühim bir meselesi olan borç bahsine de yer vermiştir. Hattâ bu bahse giren pek çok teferruata temas ederek genişçe yer vermiştir.
Hz.Peygamber(aleyhissalâtu vesselâm) bir kısım hadislerinde borcun insan hayatında ciddi bir keder;  hürriyetini, şahsiyetini, şerefini zedeleyici bir âmil olduğuna dikkat çektiğini belirterek şöyle buyuruyor:
"Borcun sebep olduğu keder kadar ciddi bir keder, göz ağrısı kadar dayanılmaz bir ağrı yoktur." (Kütüb-ü Sitte, c.7, Borç ve Ödeme Adabı)
"Borç Allah'ın yeryüzündeki zillet boyunduruğudur. Allah bir kulu zelîl etmek dilerse onu boynuna geçirir." (Kütüb-ü Sitte, c.7, Borç ve Ödeme Adabı)
"Borçtan kaçının zîra o, gece keder, gündüz de zillet vesilesidir." (Kütüb-ü Sitte, c.7, Borç ve Ödeme Adabı)

ü  Borçlanmak ve bilhassa ödeyecek karşılığı olmayan borca girmek tavsiye edilmemekte ve kötülenmektedir.
Zîra, ecel gizli olduğundan her an ölmek mümkündür. Şu halde zarûrî olmayan (mesken, giyecek, yiyecek gibi) aslî ihtiyaçlara girmeyen hususlarda karşılığı olmayan, ciddî borçlara girmekten kaçınmak, İslâm'ın kemâline delâlet eden bir edeb olmaktadır.
Umumiyetle borç kanaatsizlikten kaynaklanmaktadır. Bugün meşru kazancı ile iktifa etmeyip, lüks ve israfa dalarak borçlananlar, ağır ve mesuliyetli bir yükün altına girmektedirler. Kul borcu ile ölmek ve huzur-u ilahiye kul hakkı ile varmak, küfürden sonra en büyük günahtır.
Ebû Mûsa(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Allahu Teâla nazarında, bir kulun Allah tarafından yasaklanan kebîrelerden sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde borç olduğu halde ölmesidir." (Ebû Dâvud, Büyû 9)
Ebû Katâde(r.a) anlatıyor: Resûlullaha(a.s.v) namazını kıldırıvermesi için bir adamın cenâzesi getirildi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!" buyurdu. Ben: "Borç benim üzerime olsun, ey Allah'ın Resûlü" dedim. "Sadâkatle mi?" dedi. "Sadâkatle!" dedim. Bunun üzerine cenazenin namazını kıldı. (Tirmizî, Cenâiz 69)
Efendimizin(s.a.v) borçlu ölen kimsenin namazını kılmaktan imtina etmesi, hem borçlanmaktan caydırmak ve borcun ödenmesinde savsaklama vs. kusurlu davranışları önlemek, hem de borçlunun üzerinde insanların hukuku ve onlara karşı işlenmiş haksızlıklar bulunması sebebiyledir.
Başka bir hadislerinde ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Nefsimi elinde tutan Zât'a kasem olsun, bir adam Allah yolunda öldürülse, sonra ihya edilse, tekrar öldürülse, sonra ihya edilse, tekrar öldürülse, üzerindeki borcu ödenmedikçe cennete giremez.” (Kütüb-ü Sitte, c.7, Borç ve Ödeme Adabı)

ü  Bir mü’minin bütün borçlarını açık bir şekilde yazarak vasiyet etmesi ve borçlu ölenin borcu, vârislerince ödenmesi, son derece mühimdir.
Kul hakkı ile huzuru ilahiye giden, borcunu sevaplarından ödemek mecburiyetinde bırakılır. Bundan dolayıdır ki bir kimse vefat ettiğinde, varisleri malının üçte birinden ilk olarak borçlarını ödemelidirler.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) mevzu ile alakalı müteaddit hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Borçlu ölen kimse kabirde bağlıdır, onu kurtaracak tek şey borcunun ödenmesidir.” (Kütüb-ü Sitte, c.7, Borç ve Ödeme Adabı)
“Borçlu ölen kimse, kendi adına borcu ödeninceye kadar kabrinde rehinlenmiş gibidir.” (Kütüb-ü Sitte, c.7, Borç ve Ödeme Adabı)

ü  Dinimiz borca karşı uyarmış, borçlanmamayı ısrarla tavsiye etmiş olmakla birlikte, borçlanmayı haram etmemiştir.
Borçlanma, her devirde olduğu gibi günümüzde de beşerî hayatın -gerek ferdler, aileler planında ve gerekse devletler planında- vazgeçilmesi mümkün olmayan bir gereğidir. Sâdece ticârî hayat değil, birçok vecihleriyle içtimai hayat borçlanmasız olamayabiliyor.
Şu halde hadisler, gereksiz ve ölçüsüz borçlanmalara, harama götüren borçlanmalara hamledilebileceği gibi, borçluya, yakınlarının yardımına ve hatta alacaklının anlayışlı davranmasına da(borçluya kolaylık göstermek) hamledilebilir. Ödeme kolaylığı, vâde uzatması, taksit vs. olabilir.
Bundan dolayıdır ki Efendimiz(s.a.v); borçluya merhametli ve anlayışlı davranmakla birlikte, Talep hâlinde borcundan bir miktar bağışlanmasını teşvik etmektedir.
Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdu: "Kim borçluya mühlet tanır veya bağışlayıverirse, Allah, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde onu gölgesinde gölgelendirir." (Kütüb-ü Sitte, c.7, Borç ve Ödeme Adabı)
Başka bir hadislerinde ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kim bir fakire borç verirse, tanıdığı vâdeden önce geçen her gün, alacağı para kadar sadaka vermiş gibi sevâba nâil olur. Ödeme günü gelince te'hir ederse, her gün için iki misli sadaka vermiş gibi sevaba nâil olur." (Kütüb-ü Sitte, c.7, Borç ve Ödeme Adabı)

ü  İslam dini, halkın malını suistimal etmeyi terkedip, borçlanma hâlinde en güzel şekilde ödemeye teşvikat yapmıştır.
Buna göre her kim, insanların mallarını borç, ödünç bulma gibi yollarla ödemek niyetiyle alırsa Allah, borcunu ödemesine yardım eder.
Kim de insanların mallarını geri vermemek niyetiyle alırsa, Allah onun malının bereketini giderip, telef ettirir.
Bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "En hayırlınız, borcunu en iyi ödeyendir!" (Tirmizî, Büyû 75)
Ebû Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Kim, ödemek arzusu ile insanların malını alır ise, Allah onun borcunu ona bedel edâ eder. Kim de telef etmek niyetiyle halkın malını alırsa Allah onu telef eder." (Buhârî, İstikrâz 2)

ü  Borcunu ödeyecek durumda olan zenginin "Bugün git, yarın gel" diyerek ödeme işini sallayarak ertelemesi, dinimizce zulüm olarak addedilmiştir.
Nevevî “Kişi aslında zengin bile olsa ödeme zamanında, borcunu verecek durumda olmadığı takdirde, ödeyebileceği zamana kadar te'hir etmesi "zulüm" sayılmaz” der.
Hz.Ebû Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: “Borcunu ödeyebilecek durumda olan zengin kimsenin ödemeyi geçiktirmesi zulümdür.” (Buhârî, İstikrâz 12)

ü  Dinimiz borç vermeyi teşvik etmiş, ödünç vermenin sadakadan daha hayırlı olduğunu beyan etmiştir. Zira sadaka zenginin de fakirin de eline geçebilir, lakin borç para sadece ihtiyacı olana düşer.
Nitekim ödünç paranın fazileti hakkında Kur’an-ı kerim de mealen şöyle buyurulmuştur: “Hani kim var! Dişinden tırnağından artırıp Allah yolunda bir ödünç verecek, o versin de Allah da kat kat fazlasını versin…” (Bakara Suresi, 245)
Hz.Ebû Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlardan bir tüccar vardı. Halka borç verirdi. Borçluları arasında fakir görürse hizmetçilerine: "Onun borcundan vazgeçiverin, böylece Allah'ın da bizim günahlarımızdan vazgeçeceğini umarız" derdi. Allah da onun günahlarından vazgeçti." (Buhârî, Sulh 10)

ü  Efendimizin(s.a.v) borçla ilgili yasaklayıcı ifâdelerini tek taraflı anlamayıp, gerçek espiriyi yakalamaya çalışmalıdır. Zira Ödeme azminde olanları  zaruri ihtiyaçları halinde borçlanmaya teşvik vardır.
İbnu Mâce'nin bir rivâyetine göre Abdullah İbnu Ca'fer hadisten çıkan bu hükümle amel etmiştir. Zîra borç aldığı zaman kendisine "niçin borçlanıyorsun" diye sorulur. Verdiği cevap şudur: "Allah, borcunu ödeyinceye kadar iyi niyet sâhibi borçlu ile berâberdir" buyurdu.
Hz.Âişenin(r.a) bir rivâyetinde de Resûlullah(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Borcunu ödeme niyetinde olan hiçbir kul yoktur ki Allah'tan yardım görmesin."
Dilimizde yaygın olan "Borç yiğidin kamçısıdır" sözü bu hadislerden menşeini almış olmalıdır. Borçtan çok korkan, bu yüzden fazla çekingen olan, iş hayatını geliştiremez. (Kütüb-ü Sitte, c.7, H.N.1931)

ü  Efendimiz(s.a.v), ticari hayatta şirketleşerek güçlenmeye teşvik etmektedir.
Ortalık sözleşmelerinin ilk şartı ortakların birbirlerine karşı dürüst davranmalarıdır. Böyle bir şirkete, Allah’ın, kazancı artırması ve bereketlendirmesi ile yardımcı olacağı ifade edilmektedir. Dürüst şirketlerin kazancını Allah’ın bereketlendireceği, bir nevi taahhüd altına alınmaktadır.
Ebu Hüreyre(r.a), Resulullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Teâlâ buyurdu ki: Biri diğerine ihanet etmediği sürece iki ortağın üçüncüsü ben olurum. Biri arkadaşının güven duygusuna ihanet etti mi, ben aralarından çekilirim. Araya şeytan girer.” (Ebu Davud, Büyû 27)

ü  Ribâ(Faiz) lügat olarak ziyade, artma demektir. Istılahta ribâ, bir cinsten olan iki bedelden birine yapılan karşılıksız ziyadedir.
Ribâ muâmelesi dinimizin şiddetli yasaklarındandır, büyük günahlara girer. Dinimiz şüpheli şeylerden kaçınmayı mendub addettiği halde faiz şüphesi olan şeylerden kaçmayı vâcib kılmıştır.
Ribâ muamelesine bulaşan herkes ilâhî tehdide maruz kılınmıştır. Sadece almak veya vermek değil, bu muâmeleye kâtiplik, şâhidlik yapmak da yasaklanmaktadır.
İbnu Mes'ud(r.a) anlatıyor: “Resûlullah(a.s.v) ribâyı(fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti.” (Müslim, Müsâkât 25)
Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı, tozu ulaşacak." (Ebu Dâvud, Büyû 3)
Ribâ'dan buharın ulaşması, ribâ muâmelesine şâhidlik, kâtiplik yapmak veya ribâ yoluyla elde edilen kazançtan verilen ziyafetten yemek, böyle bir kazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek.. gibi değişik şekillerde olabileceği belirtilmiştir.

ü  Beşerin hayat-ı içtimâîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşe’i iki kelimedir:
Birisi         : “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?”
İkincisi      : “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Bu iki kelimeyi de idâme eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtimâîyi tedâvi edecek tek çâre, zekâtın bir düstûr-u umûmî sûretinde icrasiyle, vücub-u zekât(Zekâtın emredilmesi) ve hurmet-i ribâdır(Faizin yasaklanması). (Mektubat, 22.Mektub)
Evet, hayat-ı içtimaiyye-i beşeriyyede havas ve avâm, yâni zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat; aşağısında hürmet ve itaattir.
Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime, avâmı; kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi.
İşte medeniyet, bütün cem’iyyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizâmatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedâvi edememiştir.
Kur’an, birinci kelimeyi esasından “vücûb-u zekat” ile kal’eder, tedâvi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i riba” ile kal’edip tedâvi eder.
Evet, âyet-i Kur’aniyye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insânlara ferman eder. Şâkirdlerine “Girmeyiniz” emreder. (Sözler, 25.Söz)
Hem İslâmiyet, havastan ziyâde avamın tahassüngâhı olmuştur. Vücûb-u zekât ve hurmet-i ribâ ile havassı, avamın üstünde müstebid yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor. (Mektubat, 29.Mektub)

ü  Hayat-ı ihtilâl mevt-i zekât, hayat-ı ribâdan çıkmış.
Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesâdat, hem asıl, hem madeni, rezâil ve seyyiat, bütün fâsit hasletler,
Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: "Ben tok olsam, başkalar, acından ölse neme lâzım."
İkincisi: "Rahatım için zahmet çek. Sen çalış ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler."
Birinci kelimede olan semm-i kàtili, hem kökünü kesecek, şâfi devâ olacak tek bir devâsı vardır.
O da zekât-ı şer'î ki bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede, zakkum-u şecer münderiç. Onun ırkını kesecek, ribânın hurmetidir.
Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtını vaz etmeli, ribâyı kaldırmalı. (Sözler, Lemeat)

ü  Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâyı öldürmeli.
Tabaka-i havastan tabaka-i avâma sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor
Sadâ-yı ihtilâli, vâveylâ-yı intikamı, kin ve haset enîni. Yukarıdan iniyor
Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm saikası. Aşağıdan çıkmalı
Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,
Hem şefkat ve terbiye. Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli.
Kur'ân'ın adaleti bâb-ı âlemde durup ribâya der "Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli."
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.
Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, bu İkinci Harb-i Umumî ile dehşetli silleyi de yedi. (Sözler, Lemeat)

ü  Ribâ İslâma zarar-ı mutlaktır.
Ribâ atâlet verir, şevk-i sa'yi söndürür. Ribânın kapıları, hem de onun kapları olan bu bankaların her
Dem nef'i ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef'i en fena kısmınadır; onlar da zalimler.
Her dem zalimlerdeki nef'i en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâma bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her
Dem refahı nazar-ı şer'îde yoktur. Zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir, demi hederdir. Her de...m. (Sözler, Lemeat)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder