24 Mart 2011 Perşembe

Eğlence Adabı



Eğlence Adabı

Biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir. (Lem’alar, 28.Lem’a)

ü  İnsanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş.
Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihâzât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse; bozulan çekirdek gibi, bir cüz'î telezzüz için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes'uliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.
Eğer o istidat çekirdeğini İslâmiyet suyuyla, imanın ziyasıyla, ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur'âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı mâneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i daimenin cihâzâtına cami, kıymettar bir çekirdek ve revnaktar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.
Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyetle meşgul olmaktadır.
Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.
Şu hakikati, bir vakıa-i hayaliyede şöyle bir temsilde gördüm ki: Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bom boş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır.
Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar, sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san'atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim.
Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum. Dediler: "O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri, namuslu Müslüman büyüklerinindir."
İşte, o vakıa-i hayaliyeyi sana tabir edeceğim. Allah hayır etsin.
İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O sarayların herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir.
Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin. (Sözler, 23.Söz, 2.Mebhas, 2.Nükte)

ü  Evet, beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı.
Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa'ye şevki kırar. (Nur Penceresinin Bir Anahtarı, p.2)
Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle baki kalan sevinçlerdir.
Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Ta ki; bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünki şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır. (Lem’alar, 28.Lem’a, 10.Nükte)

ü  Kudsi kaynaklar, Ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayâniyat ile iştigal etmeyi tam bir akılsızlık olarak nitelendirmişlerdir.
Lüzumsuz ve mâlâyâni bir sûrette, vazîfe-i hakîkiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdiselerini merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmek suretiyle Mâlâyani ile iştigal, maksadı geri bırakıyor. Hâlbuki bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazîfeye hasretmeliyiz. Onun hâricindekileri mâlâyâni bilip, vaktimizi zâyi’ etmemeliyiz. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, M.23; Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale, syf.234; Tarihçe-i Hayat, Emirdağ Hayatı, syf.479)
Zira Ömür sermâyesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dâiresinden ve cesed ve hâne dâiresinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dâiresinden tut, tâ zîhayat ve dünya dâiresine kadar, birbiri içinde dâireler var. Herbir dâirede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dâirede, en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyâs ile -küçüklük ve büyüklük mâkûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dâirenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dâiredeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayâni ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imhâ eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. (Asay-ı Musa, 4.Mes’ele)
Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için Âhireti unutmasın, Âhiretini dünyaya fedâ etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyânî şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhâne sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saâdet-i ebediyeye girsin. (Mektubat, 16.Mektub, 5.Nokta, 5.Mes’ele)
Boş vakit, değerlendirilmesi gereken en önemli nimetlerden sayılmış, bu vakitlerin muhakkak bir surette insanın dünya ve âhiret hayatına faydalı olacak işlerle doldurulmalıdır. Bu da ancak nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ile mümkün olacaktır. (Mektubat, 29.Mektub, 2.Kısım, 6.Nükte)
Boş, faidesiz ve malayani meşguliyetler, insanların zamanlarını da boşa harcamaktır. Hâlbuki insan, pek  yüce maksadlarla yeryüzüne gönderilmiştir. Onun boşa geçireceği zaman yoktur. Hayatının her anından hesap verecektir. Bu sebeple  hesabını vermekte zorluk çekeceği meşguliyetleri Resulullah'ın(s.a.v) tecviz etmesi, hoş karşılaması mümkün değildir.
Bu hakikati Efendimiz(s.a.v) bir hadislerinde şöyle bildirmiştir: "İki nimet vardır ki insanların çoğu bundan gâfildir; Sıhhat ve boş vakit." (Buhari, Rikak 1)
Manasız işler(mâlâyâni) ile meşgul olan kimse dinimizde makbul sayılmamıştır. Nitekim Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur; "Faydasız şeyleri terketmesi, bir kimsenin iyi müslüman olduğunun alâmetlerindendir." (et-Tergib ve`t-Terhib, IV/319)
Bediüzzaman Hazretlerinden mervi, talebelerinin dilinden konuyla alakalı birkaç tane hatıra nakledelim;
“Vaktini hiç boş geçirmiyordu”
Zernabad suyu başında, eskiden çok sık ağaçlık vardı. Ağaçlar budanmamış olduğundan dallar birbirine girmişti. Dalların üzerine Üstad'ın çıkıp oturacağı bir köşk yapmıştık. Biz talebeler aşağıda kalıyorduk. Üstad akşamları da, ağaçtaki yerinde kalıyordu. Ben şahid olduğum kadarıyla, hiç boş vaktini görmüyordum. Daima bir işle meşgul oluyordu. Ya okuyor, ya dua ediyor, ya namaz kılıyor, mutlaka bir meşguliyeti oluyordu. Yalnız misafirler geldiği zaman onlarla sohbet edip, alâkadar oluyordu. (Molla Hamid Ekinci, Son şahitler, c.1)
Hem Üstadımız, taharet ve nezafet-i şer'iyeye son derece riayet eder, her zaman abdestli olarak bulunur, asla mübarek vaktini boş geçirmez. Ya Risale-i Nur telifiyle veya tashihiyle meşgul veya Münâcât-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegâh-ı ubudiyete kaim veya tefekkür-ü âlâ-i İlâhî bahrine müstağrak bulunurdu. Ekseriyetle, yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı. Üstadımızla oraya giderdik. Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler ve tashih için hatâlarını söylerler veyahut eski müellefatından birisinden ders verirler, bu suretle yolda bile mübarek vaktini vazife ile geçirirlerdi. (Kastamonu Lahikası, m.185)
“Bilsen gayret ne hayırlı bir iştir”
O kışı çok tatlı hatıralarla geçirdik. Baharda odun kırmış, camiye odun çekiyordum. Üstad da bana odun taşımak için yardım ediyordu. Kucağına bir demet alıp taşımaya başladı. Ben Üstad'ın odun taşımasını istemedim. 'Efendim, işte ben taşıyorum. Siz oturunuz' dedim. Üstad cevaben aynen şunları söyledi: "Birader, gayretim, kabul etmiyor, sen çalışasın ben oturayım. Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin!'  (Molla Hamid Ekinci, Son şahitler, c.1)

ü  İslâm dini, büyükler için eğlenceyi çok dar kayıtlarla tecviz eder. Çünkü eğlence gaflet vesilesidir, ferdî mes'uliyetlerden bir nev'i kaçıştır.
Eğlenceye dalan kişi, Allah'ın huzurunda bulunduğunu unutur, sorumluluk duygusunu kaybeder. Kendi üzerindeki kontrrol ve murâkabe hâli ortadan kalkar.
Hâlbuki kâmil mü'min, her ânını, asıl gayesi olan rızayı ilâhîyi kazandıracak, maddî ve bilhassa mânevî kemâlatta yol aldıracak faydalı işler yapma gayreti içinde geçirmekle mükelleftir. Bu endişeyi zihninden çıkarmamak, bu gâye ile her an maddî veya mânevi bir şeyler istihsal etmek zorundadır. İşte eğlence, böylesi bir verimliliğe mânidir.
Eğlencenin hiçbir istihsal yönü yoktur. Zararı ise kesindir ve çeşidine göre farklı derecelerdedir. Öyle ise Kur' ân-ı Kerîm'de "...sadece ibadet için yaratıldığı" (Zariyât: 56) belirtilen insanın, eğlence karşısındaki tepkisi, tıpkı Resulullah(a.s.v) gibi: "Oyun için yaratılmadık" demek olmalıdır.
Nevevî, fazla gülmeye ve dolayısıyle kalbin kasâvetine sebebiyet vererek zikrullahtan ve dinin mühim mes'elelerini tefekkürden alıkoyacak kadar ifrat ve ısrarla devam edilen her eğlencenin yasaklanmış olduğunu söyler. İmam-ı Şafiî de "Eğlence dindâr ve mürüvvet sahibi kimselerin işi olmamalı" der.
Hz.Peygamber(a.s.v) meşru eğlencenin hududunu şöyle tayin eder: "Allah'ı zikretmek maksadıyla yapılmayan her şey(meşru olmayan) bir oyun ve eğlenceden ibarettir; ancak dört şey bundan müstesnadır: 1- Kişinin ehliyle mülâtefesi, 2- Kişinin iki hedef arasında yürümesi, 3- Kişinin atını te'dib etmesi, 4- Kişinin yüzme ta'limi yapması. Zira bunlar haktandır." (Kütüb-ü Sitte, c.12, 4329)

ü  Yasak Oyun ve Eğlenceler:
Dinimiz, meşru olmayan her çeşit eğlenceyi mutlak bir ifade ile yasaklamakla kalmaz; bazı oyun çeşitlerini  ismen zikrederek şiddetle yasaklar.
Günümüzde bile hâlen kendilerine veya çok sayıda benzerlerine rastlanan bu oyun çeşitlerini belirtebiliriz:
Kumar oyunları: Her çeşit kumar oyunu kesinlikle haramdır. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'de puta tapmakla bir tutularak şeytan işi bir pislik olarak tavsif edilmiştir. (Maide, 90)
Kumar, kazanan tarafın kaybeden taraftan bir şey alması şartı koşulan her çeşit oyundur. Zamanımızda oynanan çeşitli piyangolar(Toto, Loto, İddaa vb.), kâğıt ve zar oyunları, yarışlar... İslâm'ın yasakladığı "kumar" sınıfına girer.
Hz.Peygamber(a.s.v), kendi devrinde bilinen "tavla"yı açık bir ifade ile yasaklamıştır: "Nerd(tavla) oynayan kimse mutlaka Allah ve Resulü'ne isyan etmiştir", "Tavla oynayan, elini domuz etine ve kanına batırmış gibidir." (Müslim, Şi'r  10)
Satranç hakkında (eğer araya kumar sokulmamışsa) umumiyetle "haram değil" denmiştir. Ancak mekruh olduğunda ihtilaf edilmez. İmam Malik ve Ahmed İbnu Hanbel satranca "haram" demiştir. Hatta Malik: "Satranç tavladan da beter ve hayır yapmaktan daha çok oyalayıcıdır."  demiştir. (Kütüb-ü Sitte, c.15, 5337)
Hayvanlarla Oynamak; Bu, bazı hayvanları tahrik edip dövüştürmek şeklinde olduğu gibi, yarıştırma yâda eğlence olsun diye avlanma şeklinde de olabilir.
Şerid İbnu Süveyd(r.a) anlatıyor: "Kim bir kuşu boş yere sırf eğlence olsun diye öldürürse kıyamet günü, o kuş, sesini yükselterek Allah'a şöyle seslenir: "Ey Rabbim! Falan beni boş yere öldürdü, bir menfaat için öldürmedi." (Nesâî, Dahaya 42)
Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) bir güvercinin peşine düşüp onunla eğlenen bir adam görmüştü. "Bir şeytan bir şeytaneyi takip ediyor!" buyurdular. (Ebu Davud, Edeb 65)
İbnu Abbas(r.a) anlatıyor: "Resulullah(a.s.v) dövüştürmek için hayvanların arasını kızıştırmayı yasakladı." (Ebu Davud, Cihad 56)
İçkili, Kadınlı, Çalgılı Eğlenceler: Bu çeşit eğlenceler, az olsun çok olsun, hangi fırsat ve zamanda olursa olsun kesinlikle haramdır. Dinimiz, düğün ve bayramlarda ölçülü şekilde eğlenerek neş'e izhârını tecviz etmiş olmasına rağmen bu müsaadeyi haram şeylere tevessül etmemek şartıyla kayıtlamıştır: "Ümmetimden bir grup, yeme, içme, malayâniyât ve eğlence ile geceyi geçirir. Sonra maymunlar ve hınzırlar olarak sabaha ulaşır. Onlardan bir mahalleye bir rüzgâr estirirler de bu rüzgâr, içkileri helâl addetmeleri, çalgılar kullanıp şarkıcı kızlar tutmaları sebebiyle öncekilerin helâk oldukları gibi,  bunları da helâk eder." (Kütüb-ü Sitte, c.12, 4329)
Sportif oyunlarda niyet esas olmakla birlikte meşruiyet hududları dışına çıkmamalıdır. Kılık kıyafet yönünden itidali korumak, dürüstlükten ayrılmamak, gayr-i ahlâkî davranışlarda bulunmamak, hiçbir surette kumar ve diğer çeşit menhiyatı oyuna sokmamak, onları yaparken dini vecibeleri ihmal etmemek, zamanı öldürmemek gibi kayıtlar bu çeşit oyunların meşruiyet şartlarıdır.
Ebû Dâvud şârihi Hattâbî; "Bazı âlimler, harp ahvali ve düşmanın hilesi üzerinde düşünceye sevkedeceği zannıyla satranç oyununa  ruhsat verdiler" dedikten sonra, bununla kumara yer vermeden oynansa bile, oynayanların bir çoğu namazı vaktinde tehir etmeye, birçoğu da dilinden kötü söz eksik etmemeye mütemâyil olduklarından, bununla iştigal edenlerin mürüvvetlerini kaybedeceklerini, binâenaleyh şehâdetlerinin makbul olmayacağını söyler. (Kütüb-ü Sitte, c.12, 4329)
ü  Herbir insanda herbir latîfenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. (Sözler, 23.Söz, 2.Mebhas, 2.Nükte)
Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihâzâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfâtı vardır. (Sözler, 32.Söz, 4.Nükte)
Şükr-ü Örfinin tarifi şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın kendi abdine in'am eylediği kulak, burun ve göz gibi bütün a'zaları yaratıldıkları hikmet ve gayesine göre sarf eylemektir. Yani: İbadet cihetinde her birisini Allah'ın emreylediği tarzda çalıştırmaktır. (İşaret-ül İ’caz, Fatiha Suresi)
Meselâ, kulak, sadâların envâlarını, latîf nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfâtı var. (Sözler, 32.Söz, 4.Nükte)
Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder.
Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev’den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir.
Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden âvâzlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin âdemiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hâsıl olur. Zira Küfür sebebiyle insanların kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine ayette işaret edilmiştir.
Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır. (İşaret-ül İ’caz, Bakara Suresi)
Üstad Hazretlerinden bu mes’eleyle alakalı iki hatıra nakledelim…
Birincisi: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben, hiddet ettim, çıktım. Gördüm ki, hilâf-ı âdet, Ömer'dir. Ben de hilâf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilâf-ı âdet olarak Ömer başka hapse gönderildi.
İkincisi: Hamza namında, on altı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştahlarını açıyor, haylazlık ediyordu. Ona dedim: "Böyle yapma, tokat yiyeceksin." Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti. (Şualar, 13.Şua)

ü   Küfran-ı nimetin en azîmi ve Cenab-ı Hakk'ın a’lâ ve nimetlerine karşı tekzibin en şiddetlisi budur ki: Göz ve kulak gibi hem kendisine, hem başkasına âmm olan; veya nur ve nar gibi devamlı ve istimrarlı bulunan; veya su ve hava gibi ihata ile her yeri dolduran nimetler gibi azim niam-ı İlahiyeye karşı şükür etmemezliktir.
Belki adam, başka insanlarda olmayıp, yalnız kendisine has olan; veya onun üstünde yeniden yeniye tazelenip gelen; veyahutta nâdir hacetler için ender bulunan nimetler için Allah'a şükredebiliyor.
Hâlbuki her zaman devam eden umumî ve devamlı nimetler, nimetlerin en a’zamı ve en etemmidirler. Ve umuma şamil olan nimetler, onun kemal-i ehemmiyetine delâlet eder. Hem devamlı ve istimrarlı olan bir nimet, onun çok kıymettarlığına delildir ve öyle olması lâzımdır. (Mesnevi-i Nuriye, Şule)
Cenâb-ı Hakkın insana verdiği nimetler, ister âfâkî olsun, ister enfüsî olsun, bazı şerait altında insana gelip vusul buluyor.
Meselâ, ziya, hava, gıda, savt ve sadâ gibi nimetlerden insanın istifade edebilmesi, ancak göz, kulak, ağız, burun gibi vesaitin açılmasıyla olur. Bu vesait, Allah’ın halk ve icadıyla olur. İnsanın eli, kesb ve ihtiyarında yalnız o vesaiti açmaktır.
Binaenaleyh, o nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz, hesapsız olduğunu zannetmesin. Ancak Mün’im-i Hakikînin kastıyla gelir, insan da ihtiyariyle alır. Sonra ihtiyaca göre in’am edenin iradesiyle bedeninde intişar eder. (Mesnevi-i Nuriye, Hubab)

ü  Yüce dinimiz İslam, istikamet üzere kalmak(ifrat ve tefritten sakınmak) şartıyla mizah ve şakalaşmaya da yer verir.
İslamî ölçüleri korumak kaydıyla yer  verilen şaka ve mizah hem dinlendirici olur, hem de insanlar arasında muhabbet ve sevginin artmasına vesile olur. Şakaya yer vermemek ciddiyet olarak ifade edilirse de, her şeyin fazlası ifrattır ve hoş karşılanmaz. Yani somurtkanlar fazla sevilmez.
Az ve yerinde olan şakayı Efendimizde(s.a.v) tasvip etmişlerdir. Zira Şakalaşmak sünnettir. Ancak, şakaların devamlı yapılmasından sakınmak gerekir. Bir kısım mübahlar vardır ki, onlara devam edildiği takdirde günaha dönebilirler.
Resulullah’ın(aleyhissalâtu vesselâm) hayatında sıkça şakaya rastlanır. Hatta Hz.Enes(r.a): "Resulullah, çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanı" der.
Esasen fıtrattan gelen bir mizac olan şakacılığa Resulullah(s.a.v) müdahale etmemiş, bazı kayıtlar beyan etmiştir. Şakacılığı ile  en ziyade meşhur olan Nuayman(radıyallahu anh) Resulullah'a bile şaka yapmıştır. Resulullah Nuayman'ı hep gülerek karşılar ve ona hiç kızmazmış. Hatta onunla karşılaşınca kendini gülmekten alamazmış. (Kütüb-ü Sitte, c.15, Mizah ve Şakalaşma Bölümü)   

Efendimizden(s.a.v) birkaç Latife(şaka):
Peygamber efendimiz(s.a.v) ile Hz.Ali efendimiz(r.a) oturmuşlar zeytin yemekteydiler. Bir ara Hz.Ali efendimiz(r.a), yemiş olduğu zeytin çekirdeklerini, Peygamber efendimize(s.a.v) fark ettirmeden, önüne doğru kaydırıverir, sonra da; Ya Resulallah! Bakıyorum da ne kadar çok zeytin yemişsiniz deyince; Efendimiz de(s.a.v), Ya Ali sen daha çok acıkmış olmalısın, zira zeytinleri çekirdekleriyle beraber yemişsin... (Efendimizin Sünnetleri, Yusuf Banuşoğlu, 190)
Hz.Enes(r.a) anlatıyor: Bir adam Aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek: “Ey ALLAH'ın Resulü! Beni bir deveye bindir!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Ben seni devenin yavrusuna bindireceğim!" dedi. Adam: "Ey ALLAH'ın Resulü, ben deve yavrusunu ne yapayım ona binilmez ki!" deyince Aleyhissalâtu vesselâm "Acaba deveyi deveden başka bir mahlûk mu doğurur?" buyurdular. (Tirmizî, Birr 57; Ebu Davud, Edeb 92)
Efendimiz(s.a.v), Huzurundaki ashabına "Yaşlılar cennete girmez" buyurunca, meclisteki yaşlı kadın oldukça tasalanmıştı. Bunun üzerine Efendimiz(s.a.v) Cennete girenlerin hep genç yaşta olacağı hakikatini açıklayıp latifesini noktaladı. (Tarikat-i Muhammediye Şerhi Berika, c.4, sh.18)
Efendimiz(s.a.v), Enes bin Mâlik’e hitaben "Ey iki kulaklı" diye seslenmiş ve bu mizahında Hz.Enes'i, dinî konuşmaları dinlemedeki dikkati ve verilen emirleri anlama ve uygulamadaki hassasiyeti ile övmüştür. (Tarikat-i Muhammediye Şerhi Berika, c.4, sh.19)
Ümmü Eymen(r.a) Efendimize(s.a.v) gelerek “Kocam sizi davet ediyor.” dedi. Efendimiz(s.a.v) zarif bir mizahta bulunarak ona “Kocanız kim? Şu iki gözünde beyazlık bulunan mıdır?” diye sordu. Kadıncağız “Hayır, onun gözünde beyazlık yoktur.” diye cevap verdi. Peygamberimiz(s.a.v) bunun üzerine “a kadın, hiç kimse yoktur ki gözünde beyazlık bulunmasın.” buyurarak latifesini izah etti. (Efendimizin Sünnetleri, Yusuf Banuşoğlu, 190)
Saadet asrında, bir Ramazan günü Kâinatın Efendisi(s.a.v) ve halka halka sahabi Ezanı bekliyorlardı. Allahın arslanı ve evliyalar sultanı Hz.Ali(r.a) karpuz kesiyordu. Nebiyyi Muhterem(s.a.v) buyurdular ki; “Ne duruyorsun Ya Ali! Yesene?” Bunun üzerine Hz.Ali(r.a) hiç tereddüt etmeden bir dilim karpuzu ağzına götürdü. Efendimiz(s.a.v) yine buyurdu; “Oruç değilmisin Ya Ali?” Hz.Ali cevaben “Ey Allahın Resulü! Canım sana feda olsun. Tut dediniz oruç tuttum, ye derseniz derhal yerim. Zira sahib-i şeriat sizsiniz.” (Efendimizin Sünnetleri, Yusuf Banuşoğlu, 190)

Bediüzzaman Hazretlerinden mevzu ile alakadar birkaç lâtife nakledelim;
Zamanın Siverek Mebusu Yüzbaşı Abdülgani Ensarî ile Bediüzzaman arasında o günlere ait şöyle bir lâtife cereyan eder: 3 Temmuz 1922 Perşembe günü Kurban Bayramı arifesinde Bediüzzaman, Ensarî'ye: "Ensari! Yarın Said'in başını kesecekler" der. Ensari de bu cümledeki inceliği ve tevriyeyi anlayamaz ve "Nasıl olur efendim?" diye telâş eder.
Bediüzzaman bu lâtifeyi ona şu şekilde izah eder: "Said kelimesinden 'sin' harfi kaldırılsa, yani baş harfi olan 'sin' kesilirse, geriye 'iyd' kalır ki, o da 'bayram' demektir. Yarın Kurban Bayramıdır." (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman said NURSİ,  syf.258)
Barla'da, Çam dağlarında, Yabani ve iri bir sivrisinek, Ceylân ağabeyin eline konmuş, Kanını emiyormuş... Bunu farkeden ağabey, elindeki makasla, Sineğin ayağını kesmeye çalışıyormuş... Üstad: “Keçeli ne yapıyorsun?” diye sormuş... Ceylan ağabey; “Kısas yapıyorum Üstadım” deyince Üstad: “O da seni, hacamat yapıyor” diyerek latifede bulunmuş... (Son Şahitler, Ceylan Çalışkan, c.2)
Kır gezilerinden birinde, Üstad ve Ceylan ağabey, Koyun ve kuzuların yanından geçerken, Asrın adamı, Ceylan ağabeye takılarak; “Ceylan! Sana bir koyun alacağım, bir de nine alacağım. Nine koyunu sağar, sen de sütünü içersin.” der. Ceylan ağabeyin cevabı gecikmez: “Nine ihtiyardır, bu işleri yapamaz Üstadım!”  diye cevap vererek, Üstadın latifesine, Onu tebessüme getirerek, cevap verir...
Isparta'dan bir ağabey, bağından bir sepet üzüm getirmiştir. Üstad hediye kabul etmediğinden, üzümlerin ücretini vermiştir. Odasında, karyolanın karşısında, kapı ile pencere arasında, gerili bir ip vardır. Bu bir sepet üzümü, tefekkür etmek amacıyla, Zübeyir ağabey vasıtasıyla, o ipe astırır… Birkaç günün ardından, güzel bir dersin sonunda, Ceylan ağabey, üzümlere bakarak: “Üstadım, bu üzümler, burada durup ne olacak?'' diye cesaretle sorgular... Üstad da Onu: “Keçeli! O üzümler, orada öylece duracak. Onlardan almak yasak. Siz ancak yere düşenlerden alabilirsiniz!'' diye cevaplar... Ceylan ağabey meseleyi anlar... İpin yanına gidip, hızlıca sallar... Üzümler tek tek etrafa dağılır... Böylece yere düşenleri, toplamaya başlar... Üstad, “Keçeli ne yapıyorsun?” diye sorarak, durumu anlamaya çalışır... Ceylan ağabey sakince başını kaldırır: “Üstadım, siz, yere düşenleri alacaksınız demediniz mi? Bende öyle yapıyorum!” diye üstadın sorusunu cevaplar... Bu cevap, Üstadın çok hoşuna gider ve tebessüm etmeye başlar... 
Yine bir gün, Ceylân Çalışkan'ın amcası oğlu Zeki Çalışkan, Ceylân çalışkan'ın üvey kardeşi Sadık Çalışkan ile reyahin çiçekleri toplamış, Keçili köyü civarında üstada götürmek, hem de orada top oynamak için, yol kenarından giderken Üstad faytonda, Ceylân Çalışkan ise arabanın atını sürmekte iken, yol kenarında giden kardeşini ve amcaoğlunu görmüş. Arabayı durdurarak, iki çocuğu da arabaya almışlar. Utanarak topu arkalarına saklamak istemişler. Bu esnada Üstad "Bu nedir?" diye topu sormuş. Zeki Çalışkan utanç içinde cevap verememiş, sadece ve sessizce, suçluluk psikolojisi içinde "Top!" diyebilmiş. Üstad ise "Bu ne işe yarar?" deyince Zeki Çalışkan daha da utanmış, ama yine Ceylân Çalışkan imdada yetişerek, topu tarif etmeye başlamıştı: "Üstadım, bu topu atarlar, tekrar yakalamak için peşinden koşarlar" deyince Üstad "Fesübhanallah" diye tebessümle karşılamış. (Son Şahitler, Ceylan Çalışkan, c.2)
    
ü  Güldürmek ve eğlendirmek kasdıyla, İnsan şahsiyetini ve onurunu rencide edici alaycı sözlü şaka ve davranışlardan kaçınmak gerekir.
Şakanın eziyet, sıkıntı verici ve rahatsız edici olanı yasaktır. Her işte olduğu gibi şakada da aşırı gitmemelidir. El şakaları ve öldürtücü, yaralayıcı aletlerle yapılan şakalar tehlikeli olabileceğinden yasaklanmıştır.
İbnu Ebi Leyla anlatıyor: Resulullah(s.a.v) ve bazı sahabiler bir sefer yürüyüşünde idiler. Bir konaklama sırasında içlerinden biri uyurken, arkadaşı gidip ipini alır. Uyanınca ipini bulamayan zat kaybettim diye çok korkar. Duruma muttali olan Aleyhissalâtu vesselâm: "Bir Müslümana bir başka Müslümanı korkutmak helal olmaz!" buyurdular. (Ebu Davud, Edeb 93)
Başka hadislerinde ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdular:
"Kardeşinle münakaşa etme, alaya alarak onunla şakalaşma." (Kütüb-ü Sitte, c.15, Mizah ve Şakalaşma Bölümü)  
"Her kim kardeşine, isterse ana baba da olsa, korkutmak üzere demirle işaret ederse, onu bırakmayana kadar melekler o kimseye lanet ederler. " (Riyâzu's-Salihîn, c.III, 293)
"Sakın sizden biriniz kardeşine silah ile işaret etmesin. Çünkü işaret eden kimse bilmez ki belki Şeytan o silahı elinden kaydırır, işaret edilen adamı vurur da bu yüzden cehennemden bir çukura yuvarlanır." (Riyâzu's-Salihîn, c.III, 293)

ü  Şaka bile olsa yalan söylemeyi, Nebevi irşad nehyetmektedir.
Aleyhissalâtu vesselâm, Cenab-ı Hak tarafından, gerek sözleri ve gerekse davranışları hususunda hatadan korunmuş olma keyfiyetine istinaden, şaka sırasında da haktan, doğru söylemekten uzak olmayacağını belirtmiştir.
Öyleyse, Resulullah'ın(s.a.v) yalan ile şakalaşmayı yasaklaması, şaka sırasında insanların bu kizbe, hataya düşme ihtimaline binaendir. Çünkü sapmalara karşı bir garantileri mevcut değildir.
Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Ashabtan bir kısmı: "Ey Allah'ın Resûlü! Sen bize şaka yapıyorsun!" demişlerdi. "Şurası muhakkak ki şaka da bile olsa ben sadece hakkı söylerim!" buyurdular. ([Tirmizî, Birr 57)
Ebu Ümame(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: "Ben, haklı bile olsa münakaşayı terkeden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terkedene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlakı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum." (Ebu Davud, Edeb 7)
Allah Resulü(s.a.v) başka bir hadislerinde ise şöyle buyurdu: "İnsanları güldürmek için yalan yanlış konuşan kimsenin vay hâline!” (Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Zühd 10)

ü  Gülümsemek, güler yüzlü olmak ve ölçülü gülmek sünnettir.
Bu tür davranış ve fiiller; kalbe hayat, ruha huzur verir. İnsanları kaynaştırır, insanlar arasında güven, sıcaklık ve yakınlaşma meydana getirir. Dostlukları arttırır, düşmanlıkları öldürür, husûmeti kırar. Kırgınlıkları önleyerek, şeytandan gelen kini, nefreti, öfkeyi, kızgınlığı, küskünlüğü söndürür ve yok eder. Ayrıca bu fiillerde sadaka sevabı da vardır.
Resûl-i Ekrem(a.s.v) genellikle beşûş çehreli, güleç yüzlü, insanların en mütebessimi idi. Yani o, en sıkıntılı anlarında bile umumiyetle üzüntülerini belli etmez ve somurtarak yanındakilere hüzün verecek bir tavır sergilemezdi. Bilhassa çok sevdiği kimselerle karşılaştığında tebessümü bir kat daha artardı. (Tirmizî, Menâkıb 10; Ebû Dâvûd, İstiska 2)
Efendimiz(s.a.v) mevzu ile alakalı müteaddit hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Güzel ahlâk; güler yüzlü olmak, hayırlı işlerde el açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir.” (el-Askalâni, Buluğu'l-Meram Trc. A.Davudoğlu, c.IV, syf.321)
“Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır.” (Tirmizi)
 “Allah, yumuşak huylu ve güler yüzlü kimseyi sever.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/503)
“Siz mallarınızla bütün insanları memnun edemezsiniz. Öyle ise, güler yüzlülüğünüz ve güzel huyunuzla onları memnun ediniz.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/661)
“Allah, Müslüman kardeşine surat asan kimseye buğz eder.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/500)
“Allah’tan kork ve hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek veya Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak dahî olsa.” (Müslim, Birr 144)

ü  Çok gülmek, kahkahayla gülmek, yapmacık gülmek, boş yere gülmek, alay edici, incitici ve küçümseyici gülmek ve boş ve batıl bir şekilde güldürmek dinimizce yasaklanmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'deki bazı örneklerden, insanın sevindirici bir haber, ilginç bir gelişme karşısında gülmesinin tabii olduğu anlaşılmaktadır. (Kindî, Resâ'il, c.I, syf.126)
Güldürenin de ağlatanın da Allah olduğunu ifade eden âyet (Necm 53/43) hem gülme ve ağlamanın tabiiliğini, hem de aynı varlıkta zıt tabiatları yaratan kudretin büyüklüğünü belirtmektedir. Gülmenin bir alay ve aşağılama ifadesi olduğuna işaret eden âyetler de vardır. Kur’ân, gereksiz gülmeye taraftar değildir. Zira Allah Teala(c.c) şöyle buyurur: “Ağlayacak yerde gülüyorsunuz!” (Mü'minûn 23/ 109-110; Zuhruf 43/47; Necm 53/ 59-60)
Dünyada müşrikler alaycı tavırlarla müminlere gülmüşlerdi; âhirette ise gülme sırası müminlere gelecek (Mutaffifîn 83/29-36) ve o gün bazı yüzler gülerken bazı yüzleri keder kaplayacaktır. (Abese 80/38-41)
Başkasını küçük düşürücü ve alay edici olmamak ve ölçüsüz olmamak kaydıyla ise normal gülmeler mubahtır. Ancak katıla katıla gülmek, güldürmeyi meslek edinerek bunun için saatlerce program yapmak gibi aşırı tavırlar uygun değildir. Zîra aşırı gülmek şakacılığın, nüktedanlığın veya güler yüzlü olmanın değil, Allâh'tan gâfil olmanın bir netîcesi olabilir.
İki çeşit gülme vardır: Bir gülme vardır ki, Allah sever. Bir gülme vardır ki, Allah gazap eder.
Allah’ın sevdiği gülme şudur; kişi görmeyi arzuladığı bir din kardeşiyle karşılaşır ve onu gördüğünden dolayı sevinir.
Allah’ın gazap ettiği gülme ise; kişi incitici, eziyet verici, küçük düşürücü, alay edici, kaba veya batıl bir sözü hem gülmek ve hem de başkalarını güldürmek amacıyla söyler. Bu yüzden yetmiş kat Cehennem uçurumundan aşağı yuvarlanır. (Câmiü’s-Sağîr, 3/1149)
Gülme, insana has bir davranış olarak aynı zamanda insan karakterini belirleyici bir nitelik ve beşerî ilişkilerde sıkça görülen bir tavır olmasından dolayı İslâm ahlakıyla ilgili kaynaklar bu kavramı inceleme konusu yapmıştır. Hz.Peygamber'in(s.a.v) nükteli sözler, ilginç çelişkiler, sürpriz gelişmeler ve diğer bazı hareketler karşısında tebessüm ettiğine ve güldüğüne dair hadisler vardır.
Mevzu ile alakalı uyarıcı bu hadisler ise şöyledir:
“Haramlardan sakın ki, insanların en abidi olasın. Allah'ın taksimine razı ol ki, halkın en zengini olasın. Komşuna iyilik yap ki, kâmil mü’min olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar için de sev ki, halis Müslüman olasın. Bir de sakın çok gülme. Zira fazla gülmek, kalbi öldürür.” (Ramûz, c.1/13–7)
“Az gül. Çünkü çok gülmek kalbi öldürür, katılaştırır.” (Tirmizî, Zühd 2)
“Siz benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yüksek dağlara çıkar, sızlanarak Allah’a yalvarırdınız. Çünkü kurtulup kurtulamayacağınızı bilemiyorsunuz.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1427)
“Kim gülerek günah işlerse, ağlayarak Cehennem ateşine girer.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1534)  
“Ölüm kendisini kovaladığı halde, dünyayı kovalayan kimseye şaşarım. Kendisinden gafil olunmadığı halde, gaflete dalan kimseye şaşarım. Allah kendisinden râzı mıdır, kızgın mıdır bilmediği halde kahkahayla gülen adama şaşarım.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1174)
“Bana az önce şu duvarın kenarında Cennet ve Cehennem gösterildi. Hayrın yapılmasının ve şerden kaçınılmasının önemli sonuçları olduğunu bu günkü kadar görmedim. Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Salât 51; Müslim, Fezâil 134)  
“Acıkmadan yemek, uyku gelmeden uyumak, şaşkınlık yaşamadan yapmacık olarak gülmek, musîbet ânında feryad etmek, nîmet ânında gayr-ı meşrû şekilde çalgı çalmak Allah katında büyük gazaba sebep olan şeylerdendir.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1313)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder