24 Mart 2011 Perşembe

Kardeşlik ve Dostluk Adabı


Kardeşlik ve Dostluk Adabı

Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. (Sözler, 24.Söz, 5.Dal, 1.Meyve)

ü  Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir.
Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.
Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir.
İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın. (Mektubat, 22.Mektub, 1.Mebhas, 3.Vecih)

ü  Allah için Sevmek veya Buğz etmek, beşeri muhabbetlerde kalbi bir ölçü olmalıdır.
Zira Efendimiz(s.a.v); "Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir." buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Sünnet 3)
Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: "Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!" (Müslim, İmân 93; Ebû Dâvud, Edeb 142; Tirmizî, İsti'zân 1)
Hz.Mu'az İbnu Cebel(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri buyuruyor ki: Benim celalim adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıbta ederler." (Tirmizî, Zühd 53)
Ebu İdris el-Havlani, Mu'az İbnu Cebel radıyallahu anh'den naklediyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Allah Tebareke ve Teâla Hazretleri şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenler, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vacip olmuştur." (Muvatta, Şi'r 16)
Hz.Ömer(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehitlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehitler de onlara gıbta ederler."
     Orada bulunanlar sordu: Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!
"Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu Kur'an adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.” (Ebû Dâvud, Büyû 78)
     Ve şu ayeti okudu: "Haberiniz olsun Allah'ın dostları var ya! Onlara ne korku var, ne de onlar üzülecekler." (Yunus 62)

ü  Muhabbetlerde karşılık beklemeksizin, Rıza-yı İlâhî esas olmalı.
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.
O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.
Onun için, insanlarla olan muhabbetlerde, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir. (Lem'alar, İhlas Risalesi)
Hz.Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: Allah bir kulu sevdi mi Hz.Cebrail aleyhisselam'a: "Allah falanı seviyor, onu sen de sev!" diye seslenir. Onu Cebrail de sever. Sonra o, sema ehline: "Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!" diye nida eder, derken bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için arz konur(Halkı arasında hüsn-ü kabule mazhar olur).
Allah Celle Celaluhu, bir kula da buğzetti mi Cebrail aleyhisselam'a: "Ben falancaya buğzettim, sen de buğzet!" diye seslenir. Ona Cebrail de buğzetmeye başlar. Sonra Cibril sema ehline nida eder:  "Allah Celle Celaluhu falan kimseye buğzetti, siz de buğzedin!" Sonra yeryüzüne onun için buğz vaz'edilir(Halkı arasında nefret edilen biri olur). (Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim Birr 157; Muvatta, Şi'r 15)

ü  Yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir.
Evet, insan evvela nefsini sever. Sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir.
Hâlbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır yahut gaflet ile sarhoş olur.
Mâdem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyâyı Onun nâmıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nıkmet olur. (Sözler, 24.Söz, 5.Dal)
Gayr-î meşru dâiredeki haram bir sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalar ile o cüz'î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer. (Asay-ı Musa, 5.Mes’ele)

ü  Dünyevi dostluk ve arkadaşlıklar, insanların ebedi hayatına mal olabilecek kadar ehemmiyet kesbetmiştir.
Ahirette, Kişi sevdiğiyle beraber olduğu gibi, aynı zamanda dostunun dini üzeredir. Zira Tirmizî'nin bir rivayetinde Hz.Peygamber(s.a.v): "Kişi dostunun dini üzeredir. Kişi sevdiğiyle beraberdir. Öyle ise her biriniz dost edindiği kimselere dikkat etsin!" emri ile kesin bir üslubla bu mes’eleye temas ederler. (Buhârî, Edeb 96)
Aynı manayı takviye eden bu hadis ise hâlihazır insanlığın sahip olduğu manevi hastalığını ifşa etmesi hasebiyle gayet manidardır. Hz.Ebu Zerr(r.a) anlatıyor: “Ey Allah'ın Resulü! Kişi, bir kavmi sever, fakat onların amelini işlemezse, sonu ne olacak?” dedim. Efendimiz de(s.a.v); "Ey Ebu Zerr..! Sen sevdiğinle berabersin!" buyurdu. (Müslim, Birr 165)
Sahabeden Hz.Enes b.Malik(r.a) rivayet ediyor: Cennet ehli Cennet'e girip ayrılmış yerlerine (köşklerine) oturduklarında, (dünyadaki samimi) din kardeşlerini özlediklerinden dolayı birbirlerini görmek ister. Bu düşünce esnasında birinin serîri(koltuk) diğerinin serîrine, diğerinin serîri öbürünün yanına (anında) gider.
Onlar buluşunca her ikisi de köşklerine yaslanarak, sohbete ve dünyada aralarında olan şeyleri karşılıklı konuşmaya başlarlar. Birisi şöyle der: "Ey Kardeşim! Hatırlar mısın biz dünyada falan mecliste sohbet yerinde veya camide hâlisane Allah'a dua etmiştik (Kur'ân okumuştuk, sohbet dinlemiştik), işte Allah da bizi (orada) bağışladı." (Suyuti, El-Fethu'l-Kebir, 1/79)

ü  Bir insan için âileden sonra,  her gün düşüp kalktığı arkadaşlar zümresi, onu saran içtimâî muhitlerin ikinci halkasını teşkil eder. Bu muhit, insanın bir kısım alışkanlıklar kazanmasında âile muhitinden daha da müessir olabilmektedir.
İbnu Sinâ: "Mektepte çocuk, edebi güzel, alışkanlıkları arzu edilen şekilde olan başka çocuklarla düşüp kalkmalıdır. Zira bir çocuk diğer bir çocuk için daha çok telkin gücüne sahiptir. Çocuk arkadaşıyla ünsiyet eder, (çok şeyi) ondan kapar" der.
Şu halde arkadaşlar zümresinin iyi veya kötü oluşunun, çocukta kesin bir hüküm icra edeceği yeni ve eski bütün terbiyecilerce kabul edilmektedir.
Arkadaş mes’elesine Kur'ân-ı Kerîm: "Mü'minler, mü'minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin. Bunu her kim yaparsa Allah'la ilişiği kesilmiş olur."  âyetiyle dikkatlerimizi çekmektedir. (Âl-i İmrân 28)
Hz.Peygamber'den(s.a.v) gelen bir rivayette de: "Sâdece mü'minle arkadaşlık et, öyle ki senin yemeğinden sadece müttakî(takva sahibi) olan yesin." denmektedir. Ebu Davud, Edeb 19; Tirmizi, Zühd 56)
Sahih senedle geldiği tasrih edilen bir rivayette de sırf dünyevî maksada yönelen mâlâyânî lehviyatın girdiği meclislerden, arkadaş ortamlarından sakınmak emredilmektedir.
Sık sık  beraber olunan  arkadaşın ehemmiyetini zihinlerde tesbit için bir de teşbihe yer verilir. Resulullah(s.a.v)  iyi arkadaşı misk satıcısına benzetir. Çünkü ondan dünyevî veya uhrevî bir faide, bir nur bulaşacaktır. Hadis böyleleriyle  arkadaşlığa teşvik ettiği gibi uzaktan yakından dünyevî veya uhrevî bir zarar dokunacak kimselerle de arkadaşlık etmemeyi emretmiş olmaktadır.
Zikredilen bu hadiste Resulullah(a.s.v) şöyle buyurdular: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya evini, ya da elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın." (Buhârî, Büyû 38, Zebâih 31; Müslim, Birr 146)
     
ü  Zenginlerin, lüks yüzünden çocuklarının terbiyesini çoğunlukla ihmâl etmeleri sebebiyle,  bu kesim insanlarla sık oturup kalkmak uygun görülmemiştir.
Ebû Hüreyre(r.a) şöyle rivayet etmiştir: "Zengin çocuklarıyla düşüp kalkmayın, onların fitnesi bâkirelerin fitnesinden daha fenadır." (Kütüb-ü Sitte, c.10, 5.Fasıl)

ü  Ne sünnette ne de müteakip terbiyecilerde çocuğun akran ve arkadaşlardan tecrid edilmesi diye bir tavsiyeye rastlanmaz.
Aksine arkadaşlık ve kardeşliği teşvik etmişler, uzlete ve köşeye çekilmeyi kerih görmüşlerdir.
Çocuk behemahal arkadaşlarıyla bir araya gelecek, onlarla oynayacak, çocukluğunu yaşayacaktır. Sünnette bunun misalleri çokça mevcuttur.
Çocuğun yalnız ve hatta sadece kardeşleriyle düşüp kalkması, onun bir kısım içtimâî his ve melekelerinin nâkıs kalmasına sebep olacaktır. Günümüz terbiyecileri, çocuğun ruh sağlığının korunması ve hattâ ruhî bozukluklara mâruz olanları tedâvi için, çocuğu kaynaşabileceği akranlar grubu içerisinde koymaya büyük ehemmiyet vermektedirler.
Bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdular: “Allah rızası için bolca dost edinin. Rabbiniz diridir ve kerem sahibidir. Kıyamet gününde kuluna, arkadaşlarının yanında azap etmez.”
Başka bir hadislerinde ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdular: “İnsanlarla çokça tanışın, çünkü kıyamette her tanışılan kişinin şefaati vardır.” (Kütüb-ü Sitte, c.10, 5.Fasıl)

ü  Arkadaş meselesinde nazara alınması gereken bir husus, yaşıtlarına dikkat etmek ise de diğer bir husus cinsiyete dikkat etmektir.
Bir çocuğun uzun müddet karşı cinsten olanlarla düşüp kalkması, onun, o cinse ait davranışları kazanmasına yol açmaktadır.
Resâilu İhvânu's-Safâ'da; câri âdetlere uzun müddet uymakla ahlâkta onlara benzerlik hâsıl olup,  kuvvet bulacağı ifade edildikten sonra: "Şecâatli (...) ve sâlih kimselerin yanında yetişen çocukların çoğu onların ahlâkını aynen kaptığı gibi, kadın ve muhannislerin yanında yetişen çocuklar da aynen onlar gibi olurlar" denmektedir. (Kütüb-ü Sitte, c.10, 5.Fasıl)

ü  Dostluk ve arkadaşlığı tercih edilen bir insanın, sahip olması gereken bazı hasletler vardır.
İstikametli bir arkadaşlığın ön şartı olan bu hasletler ise şunlardır; “Akıllı olmak, güzel ahlâklı olmak, fasık olmamak, bid’atçı olmamak ve dünyaya fazla düşkün olmamak.”
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatıyor: İki dost müminden birisi vefat edip cennetle müjdelenir. Nice sonra hayatta olan kişi, vefat eden dostunu hatırlayarak, "Ey Allah'ım! Şüphesiz filanca benim dostumdur. Bana, Sana ve Resûlüne itaati, hayrı emreder, kötülükten men eder, benim hiç şüphesiz Sana kavuşacağımı haber verirdi. Ey Allah'ım! Benden sonra onu sapıklığa düşürme ki, bana gösterdiğin nimeti ona da gösteresin. Benden hoşnut olduğun gibi ondan da hoşnut olasın" der.
Sonra diğeri de ölür ve ruhları bir araya gelir de, "Her biriniz kardeşi hakkında söyleyeceğini söylesin" denir. Her ikisi de birbirinden razı olduğunu haber verince Cenab-ı Hak ikisi için: "Ne güzel kardeş, ne güzel arkadaş, ne güzel dost" buyurur.
Bu sefer de iki dost inkarcı insandan biri öldüğü zaman ve yerinin ateş olduğu haber verildiğinde ise dünyadaki dostunu hatırlayarak, "Ey Allah'ım! Benim dostum olan falanca bana, Sana ve Resûlüne isyanı, kötülüğü emreder, hayırdan men eder, Sana kavuşmayacağımı bana söylerdi. Ey Allah'ım! Benden sonra onu hidayete erdirme ki, bana gösterdiğin cezanın bir mislini de ona gösteresin" der.
Cenab-ı Hak da onlardan her biri için, "Ne kötü kardeş, ne kötü arkadaş, ne kötü dost" buyurur. Bunun üzerine onlar birbirine lânet etmeye başlarlar. (Kurtubi, el-Cami li-ahkâmi'l-Kur'ân, 16/109)
Hz.Alinin(r.a) mevzu hakkındaki şu veciz sözleri ne kadar da manidardır: Görüşü kabul gören ama ameli hoş görülmeyen kimseyle arkadaşlık etmekten sakın. Şüphesiz arkadaş, arkadaşıyla itibar görür.
Fasık, facir ve Allah'a karşı açıkça günah işleyen kimselerle arkadaşlıktan sakın. Şüphesiz kötülük kötülüğe katılır.
Takva sahibi ve dindar kardeşinle arkadaş ol ki güvende olasın. Ondan doğru yola kılavuzluk dile ki ganimete eresin.
Seni gafil ve haris kılan kimseyle arkadaşlıktan sakın. Şüphesiz böyle bir kimse seni yardımsız bırakır ve helak eder.
Eğer selamette olmayı seviyorsan, cahillerle arkadaşlıktan sakın. Zira cahillerle arkadaşlık aklın yokluğundandır.
Hikmet sahibi kimselerle arkadaşlık et, hilim sahibi(yumuşak huylu) kimselerle otur ve dünyadan yüz çevir ki yüce cennette sükûnet edesin.
Ahmakla birlikte olunca, kötü kimseyle muaşeret ettiğinde ve zalimle bir muamelede bulunduğunda ihtiyatlı ol. Aynı zamanda Ahmak kimseyle arkadaşlık, ruhun azabıdır.
Dünya ehliyle oturmak insana imanı unutturur ve şeytana itaate sürükler. Aynı zamanda dünya ehliyle arkadaşlıkta etme. Zira eğer mal açısından azalırsan seni önemsemezler ve eğer mal açısından çoğalırsan sana haset ederler. (Gurer'ul-Hikem'den)

ü  Muhabbet çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile muhabbetin yüzü bir mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir.
Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya ayna olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan hakikî mahbuba çevrilebilir. Belki onları Cenâb-ı Hakkın hesabına ve Onun muhabbeti namına sevmek gerekir. (Sözler, 32.Söz)
Hz.Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Ruhlar toplanmış cemaatler gibidir. Onlardan birbiriyle önceden tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılırlar." (Buhârî, Enbiya 2; Müslim, Birr 159)

ü  Kalbi olan bir sevgiyi ve muhabbeti, dile getirmek sünnettir.
Zira kişi, kardeşine kendisini sevdiğini haber verince, bu sâyede onun kalbinin kendine meyletmesini sağlar ve sevgisini celbeder. Bunun birlikte kaynaşmaya da bir teşviktir.
Mikdam İbnu Madikerb(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Biriniz kardeşini Allah için seviyorsa, ona sevdiğini söylesin." (Ebû Dâvud, Edeb 122; Tirmizî, Zühd 54)

ü  Bütün Mü’minler ancak kardeştirler. Ona ne haksızlık eder, ne de onu dünyevi sıkıntılarında yalnız bırakır.
Mü’min kardeşinin ihtiyaçlarını giderir ve ayıplarını örter. Bunların aksini yapmak, yani ihtiyaçlarını gidermeye yardımcı olmamak, hatalarından dolayı ayıplamak ve musibete uğradığında sevinmek gibi davranışlar sergilemek, Nebevi emirlere aykırı hareket etmektir.
İbnu Beşîr(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: Resulullah(aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette,  birbirlerine şefkatte mü'minlerin misâli, bir bedenin misâlidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler." (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Peygamber efendimiz(s.a.v) buyurdular ki: “Kardeşine, musibet günlerinde sevinç gösterme, yoksa Allah Teale ona rahmet eder, seni de ondaki belaya uğratır.”
Başka bir hadislerinde ise Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: "Her kim, müslüman kardeşini bir günah yüzünden ayıplarsa, onu kendisi de işleyinceye kadar ölmez." (Hadis El Kitabı, Tirmizi 669)

ü  Yeni karşılaşılan yabancı birisiyle ismen tanışmak sünnettir.
Yezid İbnu Nu'ame ed-Dabi(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Bir kimse, bir başkasıyla kardeşleştiği zaman, ilk iş ismini, babasının ismini ve kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü böyle yapmak, sevginin artmasına daha uygundur. Evini de öğren ki o kişi hastalandığında ziyaretine gidersin, bir işi olduğunda yardım edersin."  (Tirmizî, Zühd 54)

ü  Muhabbet(sevgi) ve düşmanlıkta(kin) ölçülü olmak, istikametli bir kardeşlik ve dostluğun devamiyetinde önem arz etmektedir.
Nitekim “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki samimi bir dost gibi oluverir.” (Fussilet, 34) âyeti, sevgi ve nefrette, dostluk veya düşmanlıkta, izlenecek yolu ve takınılacak tavrı gayet veciz bir şekilde ifade buyurmaktadır.
Kur'an ve Sünnette en çok müteyakkız ve  uyanık  olunması, her an kendisiyle mücadele  içerisinde ve ona karşı tetikte bulunulması gereken düşman olarak, kişinin nefis ve şeytanı gösterilmiş olmakla beraber, harici düşman meselesine de yer verilmiştir. Burada daha ziyade, affetme talep edilirse de, ölçü dâhilinde, yapılan miktarı tecâvüz etmeksizin kötülüğe karşılık vermeye de müsaade edilmiştir.
Hz. Peygamber, "Allah, kötülüğü kötülükle yok etmez, ancak iyilikle yok eder" düsturuna tâbi olarak, şahsî hayatında kötülüğü kötülükle karşılamaz, daha ziyade affeder ve bağışlardı.
O'nun bu affedici, bağışlayıcı ve kötülüklere iyilikle, mukabele edici davranışları düşmanlarını yok ediyor. "Az önce nazarımda dünyânın en menfur kimsesi iken, şimdi dünyanın en sevgilisi oldun" itiraflarını yaptıran âni değişiklikler, kalbî fetihler yaptırıyordu. Az önce kendisini öldürmek kastiyle dolu olan kimse, uğrunda canını fedâ etmeye hazır bir hâlet kazanıyordu.
Şahsen tatbik ettiği affedici politikanın, müslümanlar  tarafından  da tatbikini istemiş: "Kötülüğe iyilikle mukabele etmekle kötülüğü yok et ve insanlara güzel ahlâkla muâmele et" demiştir. İnsanlara afla muamele hususunda Kur'ân'da pek çok âyet gelmiştir.
Ancak bütün bu şahsî fiillerine, Kur'ânî ve şifâhî tavsiyelerine rağmen kötülük yapanların, daha açık ifadesiyle düşmanın,  tecziye edilerek(cezalandırılarak) haddinin bildirilmesine izin verilmiştir. Burada, hristiyanlığın ve tatbikatta hristiyanlar arasında bile sözde kalmış olan, sağ yanağa tokat vurulunca sol yanağı da uzatmak, yâni; kötülük yapana kötülükle muâmele etmemek prensibi mevcut değildir.
Âyet-i kerîme şöyle der:  "Kötülüğün cezası da ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve kendisiyle düşmanı arasını düzeltirse, onun mükâfaatı Allah'a âittir. Elbette O, zâlimleri sevmez."  (Şûrâ 40)
Zâlim taraf, misliyle ceza görmediği takdirde, mazlum taraf da intikam hislerini kabartarak, tahdid ve kontrolü imkânsız alışkanlıklara yol açmak suretiyle düşmanlıkların teselsül edip gideceğinden korkulmuştur. Aile ve hatta kabile ve aşiretlerin tükenmesiyle neticelenen kan davalarının menşeinde  bu çeşit normal şekilde tatmin edilmemiş hisler bulmak mümkündür.
Misliyle ceza bunları önleyecek mahiyette olduğu için, Kur'an'da: "Kısasta sizin için hayat var." (Bakara 179) denmekten başka, misli taşıp, haddi  tecavüz edici davranışlar, şiddetli azabla tehdid edilmiştir. (Bakara 178, Şûrâ 40-42)
Bütün bunların temelinde yatan kin, buğz gibi  beşeri huylar da Hz.Peygamber'in(s.a.v) diliyle takbih edilmiştir.
Hz.Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: "Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir." (Tirmizî, Birr 60)

ü  Samimi bir kardeşlik ve dostluğun fıtri neticelerinden olan karşılıklı olarak Sır alıp vermek ve bu sırları saklamak, ehemmiyetli öneme haizdir.
Arkadaşlıkla ilgili  mühim âdâbtan biri sır tutuculuktur. Ağzı  gevşeklik hoş olmadığı gibi, ağzı gevşeklerle samimiyet de hoş  değildir.
Ehl-i ilim mevzu ile alakalı şu görüşü benimsemişlerdir: "Sahibine zarar getirecek bir sırrı fâş etmek mübah olmaz. Ancak adam ölünce, sağlığında gizlenmesi gereken şeylerin gizlenmemesinde  bir zaruret görülmez. Yeter ki, bunda adam için bir zillet, bir alçaltma mevzubahis olmasın."  (Kütüb-ü Sitte, c.10, 5.Fasıl)
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: "Bir adam bir adama sır söylerse, bu ona emanettir, kimseye söyleyemez." (Kütüb-ü Sitte 3334)
Diğer bir hadiste ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur; "Birbirine emniyet ederek oturup konuşanlardan hiçbirisine, aradaşının hoşlanmayacağı bir şeyi fâş etmesi helal olmaz." (Kütüb-ü Sitte 3334)

ü  İslâmî âdâb, alenî işlenmeyen günahların peşine düşülmesini yasaklamıştır. Aynı zamanda bir Müslüman da görülecek çirkin bir hal, bir davranış olursa onun gizlenmesi, neşredilmemesi gereğini takrir etmektedir.
Âlimler: "Bu fiil yapılmış, bitmiş bir günah bile olsa örtülmelidir, yeter ki fâili onu gizli yapmış bulunsun" demiştir.
Fâsık bu yasaktan hariç tutulmuştur, çünkü ondan sakınmak ve başkalarını da sakındırmak gerekir.
Müslümanın kusurunu araştırmayı yasaklayan bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu arayıp tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?" (Hucurat 12)
Ukbe İbnu Âmir(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir ayıp görür ve onu örterse, diri diri gömülmüş bir kızı ihya etmiş gibi olur." (Ebû Dâvud, Edeb 45)
Ebû Hüreyre(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyamet günü onu mutlaka örter." (Müslim, Birr 72)
Hz.Abdullah İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Bir gün Resûlullah(a.s.v) minbere çıkıp yüksek sesiyle şöyle nidâ etti: "Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan münafıklar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın.  Zira kim müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay eder." (Tirmizî, Birr 85)

ü  “Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek.” İslâmiyet emrediyor.
Evet, hakikat ve maslahat sulhdur. Kur’an’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslâhat ve insaniyet ve İslâmiyetin iktiza ve teşvik ettikleri barışmak ve musalaha etmektir. Elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa, hem maslâhat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye iktiza  ediyor. (Şualar, 14.Şua)
Resulullah(aleyhissalâtu vesselâm) müslümanlar arasında üç günden fazla devam edecek küsüşmeleri yasaklamıştır.
Nevevî, ulemâdan naklen der ki: “Müslümanlar arasında üç günden fazla küsüşmek nassla haramdır.” Ancak üç güne kadar küsmenin mübah olduğu, hadîsin mefhumunda mevcuttur.
Umumî olan yasak, küsmesi için meşru bir sebebi olmayan kimselere mahsustur. Öyleyse meşru olan caiz ve hattâ gerekli olan küsmeler de vardır. Câiz olan küsmek, işlenen cürmün miktarına göre farklılıklar arzeder. Ayrıca, "yüz çevirme" denilen bir dargınlık türü de vardır ki, bu asî, fasık, zalim kimselere karşı yapılacak bir davranıştır.
Söz gelimi masiyete(günaha) giren insana, bundan vazgeçmesi için küsülebilir. Buhârî, bu maksadla Tebük seferine katılmayan Ka'b İbnu Mâlik'le elli gün boyunca konuşmayı Resûlullah'ın yasakladığına dair rivayeti kaydeder. (Kütüb-ü Sitte, c.10, 15.Fasıl)
Ebû Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.m) buyurdular ki: "Bir mü'minin diğer bir mü'mine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz. Üzerinden üç gün geçince, ona kavuşup selâm versin. Eğer o selama mukabele ederse ecirde her ikisi de ortaktır. Mukabele etmezse günah onda kalmıştır."
Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur: "Kim üç günden fazla küs kalır ve ölürse cehenneme girer." (Ebû Dâvud, Edeb 55)
 Ebu Hırâş es-Sülemi(r.a) anlatıyor: Resülullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim kardeşine bir yıl küserse, bu tıpkı kanını dökmek gibidir.'' (Ebu Dâvud, Edeb 55)
Hz.Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resülullah(a.s.v) buyurdular ki: "Ameller her perşembe ve pazartesi günü arz edilir. Aziz ve Celil olan Allah o gün, Allah'a hiçbir şirk koşmayan kulun günahını affeder. Bundan sadece kardeşiyle arasında düşmanlık olanı istisna eder, onu affetmez ve der ki: "Bu ikisini, barışıncaya kadar terk edin." (Müslim, Birr 36)
Başka bir hadislerinde ise Kâinatın Efendisi(s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve hased etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helal değildir” (Buhârî, Edep 57,58,62; Müslim, Birr 23,24,28)

ü  Beşeriyetin iktizası gereği, dost ve kardeşler arasında meydana gelebilen kırgınlıklarda arayı bulmak ve tarafları barıştırmak, beşerin hayatı içtimaiyesinde, hayırlı neticeleri meyve veren güzel bir sünnettir.
Hemen her hususta barışı, insanların arasını ıslaha çağıran İslâm, tabii olarak kendi mensupları arasında vukû bulan dargınlıklarda da diğer müminleri, söz konusu anlaşmazlığı ya da dargınlığı sona erdirmede aktif göreve çağırmaktadır. Bu yönüyle dargınların barıştırılmasının, dinî ve ahlâkî bir görev olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. (Bakara, 208; Nisâ, 114; Enfâl, 1,61; Hucurât, 9,10)
Kur’an-ı Kerim’de, "Onların gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur; ancak sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna. Kim bunları, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz." buyurulmaktadır. (Nisâ, 114)
Hz.Peygamber(s.a.s) bir taraftan müslümanlara, arabuluculuk yapmalarını tavsiye ederken, kendisi de “En üstün sadaka, iki kişinin arasını düzeltmektir.” buyurarak bizzat gidip dargın ve birbiri ile anlaşamayan müslümanları barıştırmıştır.
Nitekim bir gün Resûlullah ashabına: "Size, namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şeyi haber vereyim mi?" buyurdu. Onlar: "Evet, ya Resûlullah" dediler. Peygamberimiz de sözüne devamla: "Arabulmak, barıştırmaktır; çünkü aranın bozulması saçı kökünden kazır demiyorum, dini kazır." buyurdu. (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 56)
Yine bir gün, Medine yakınlarındaki Kuba halkı döğüşmüş, hatta birbirlerini taşlamışlardı. Bunu haber alan Peygamber Efendimiz(s.a.v), ashabına: "Haydi bizimle geliniz de onların aralarını düzeltelim" teklifinde bulunmuş ve Kuba'ya gitmişti. (Buhârî, Sulh 2)

ü  Mü’min bir kardeşimizden veya dostumuzdan beşeriyet muktezası olarak bizlere gelen herhangi bir zarar veya nahoş bir davranıştan dolayı; o kardeşimizi veya dostumuzu bütün bütün terk edip adavet ve kin beslemeyi, Nebevi irşad nehyetmiştir.
Asrın büyük imamı Bediüzzaman Hazretleri mevzu hakkında beşerin hayatı içtimaiyesinde bir kanuni Esasi hükmündeki şu tespitleri yapmıştır:
Meselâ, mü’minler mâbeyninde husumet ve adâvet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntılarla boğacak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum; şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çektiriliyor. (Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem'a, Yirmi İkinci Nükte)
Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.
Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.
Acaba birgün adâvete değmeyen birşeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?
Hâlbuki mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin.
Çünkü, Evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.
Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.
Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.
İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin.
Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî’yi dinle: Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.” Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.
Hem demiş: Yani, “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” (Mektubat, 22.Mektub)

ü  Kardeşleri ve dostları birbirine düşman haline getiren hastalıkların başında Hased(kıskançlık) gelir. Ehl-i iman bu hastalığın mahiyetini anlamaya çalışarak Nebevi tedaviyi uygulamalıdır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bahis mevzuu konuya gayet vazıh ve mukni bir açıklama getirerek, bu menfur hastalığı kökünden kesip atacak yerine Muhabbet tohumlarını ekecek tespitlerde bulunmuştur:
Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder. (Mektubat, 22.Mektub)

ü  İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler.
Hâlbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.
Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir.
Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır.
Hâlbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer.
Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.
Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez. (Lem’alar, 13.Lem’a, 13.İşaret, 3.Nokta)

ü  Asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir.
Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn‑ü zanlarını bozmak için derler: “İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar âdi, âciz insanlardır.”
Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet  sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadınla bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade  başımda tutacağım” diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. (Şualar, 13.Şua)

ü  Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir; tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.
Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşan "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder." dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? (Yusuf Sûresi, 12/53)
Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.
Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur. (Lem’alar, 13.Lem’a, 13.İşaret, 2.Nokta)
Bediüzzaman hazretleri mevzu ile alakadar şu manidar tespitlerde bulunmuştur: Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakîkat olmak şartiyle- minnetdar oluyoruz, Allah razı olsun deriz.
Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, fakat garaz ve inad olmamak şartiyle ve bid’atlara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile kabul edip minnetdar oluyoruz. (Emirdağ Lahikası I, Mektup 25)
Eğer onun tahkiri ve beyân ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler.
Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır.
Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.
Evet, ben nefsim ile musalâha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir. (Mektubat, 16.Mektub, 3.Nokta)

ü  Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir.
Resulullah(s.a.v) buyurdular ki: "Kardeşinin gıyabında dua eden hiçbir mü'min yoktur ki melekler de: “Âmin. Bir misli de sana olsun.” demesin." (Müslim, Zikr 86,88; Ebu Davud, Salat 364)

ü  Mü’minin, mü’mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?
Esbâb-ı kabûl dâiresinde olmalı. Çünkü ba’zı şerâit dâhilinde duâ makbûl olur. Şerâit-i kabûlün içtimâı nisbetinde makbûliyeti ziyâdeleşir.
Ezcümle: Duâ edileceği vakit, istiğfar ile ma’nevî temizlenmeli, sonra makbûl bir duâ olan salâvat-ı şerîfeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü iki makbûl duânın ortasında bir duâ makbûl olur.
  • Hem yâni “Gıyaben ona duâ etmek”;
  • hem hadîste ve Kur’ânda gelen me’sur duâlarla duâ etmek. Meselâ:
 gibi câmi’ duâlarla duâ etmek;
  • hem hulûs ve huşû’ ve huzur-u kalb ile duâ etmek;
  • hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra;
  • hem mevâki’-i mübârekede, husûsan mescidlerde;
  • hem Cum’ada, husûsan sâat-ı icâbede;
  • hem şuhûr-u selâsede, husûsan leyâli-i meşhûrede;
  • hem ramazanda, husûsan leyle-i kadir’de duâ etmek kabûle karîn olması rahmet-i İlâhîyyeden kaviyyen me’muldür.
O makbûl duânın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbûl olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, duâ kabûl olmadı denilmez; belki daha iyi bir sûrette kabûl edilmiş denilir. (Mektubat, 23.Mektub)

ü  İslamî öğreti, şahsı yücelten, bireyi haddinden fazla öne çıkaran ve medhetmede aşırılığa meyleden tasavvurları zemmeder. Kezâ hak din, her türlü aşırılığa cephe almıştır.
Bu dinin mübelliği olan Zât da(a.s.m), ümmetini bu mevzuda uyarmış; akvâli ve ef’âliyle nice hikmetli dersler vermiştir.
Kendisine bir gün “Yâ hayrel beriyye/ Ey yeryüzünün en hayırlısı” diye seslenen birine, “O dediğin İbrahim’dir.” diye karşılık vermiştir.
Alabildiğine fıtrîdir. Dâhil olduğu bir mecliste kendisine özel yer tahsis ettirmez, bunu ümmetine de tavsiye eder.
Öyle ki, hayatı boyunca methedilmeyi hiç sevmemiş ve övülmekten hep rahatsızlık duymuştur.
Hatta rızası olmadığı halde övüldüğü zamanlarda utancından kıpkırmızı olmuş ve Allah korkusundan dolayı hemen el açıp şöyle duada bulunmuştur: "Rabbim! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi başkalarından daha iyi bilirim. Ey Âlemlerin Rabbi! Halkın bende zannettiği iyilik ve faziletleri bana nasip et; insanların bilmedikleri günahlarımı da bağışla! Söyledikleri güzel sıfatlardan dolayı kendini beğenmişlik ve gurur gibi tehlikelere düşmekten beni koru!"
Demek ki, takdir, tebcil ve övgüler karşısında mümince tavır mahviyettir; "Allah'ım hakkımda söylenen bu sözleri dua olarak kabul buyur; bunları benim için gurur ve kibir sebebi kılma ve beni nefsimle baş başa bırakıp ayağımı kaydırma!" diyerek hemen bütün medh ü senâların asıl sahibi Mevlâ-yı Müteal'e sığınmaktır. (Kırık Testi)
 Nur müellifi mevzu hakkında şu tespitleri yapmıştır: Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer.
Şan-ü şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır.
Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır.
Şöhret-perestlerin ve şan-ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın. (Lem’alar, 20.Lem’a)

ü  Sevgi, övgüyü celp eder. Yapılan bir medih, ölçülü olmazsa, övülen şahıs üzerinde menfi bir tesir icra eder. Aşırı övgü, muhatabının üzerinde bazan kibre, bazan da riya ve gösteriş hevesine sebep olur.
Bir kimseyi kendisinde mevcut haslet ve üstünlükler ile öven kimsenin sözü doğru olsa bile yaptığı hareket doğru değildir. Zira muhatabında gizli bulunan "Kendini beğenme" hastalığını açığa çıkarmış olur.
Neticede, yıllar boyu yaptığı ibadetlerin ve hayırlı işlerin sevap harmanlarını "Riya" ateşi ile yaktırmış olur.
Ashabtan biri, Allah Resûlünün huzurunda bulunan bir şahsı, yaptığı bir hayır sebebiyle övmüştü. Hak ve hakikat istikametine ışık tutan Peygamber(s.a.v) "Yazık sana! Sanki Sen, arkadaşının boynunu kestin." buyurdu. (Müslim, c.8, sh.227)

ü  İslâmî ölçülere riayetkâr olan bir mü'min, din kardeşlerinden bir şahsı muhakkak övmek isterse ve dile getireceği şeyler onda mevcut ise sözlerini onun bulunmadığı bir mecliste ifade etmelidir.
Huzurunda bulunan bir şahsi övmek isterse "Onun şöyle şöyle olduğunu zannediyorum. Hiçbir kimseyi Allaha karşı temize çıkarmaya çalışmıyorum." demelidir. (İbni Mâce, c.2, sh.1232)
Bir adamı medh eden ve övgüsünde aşırı laflar sarf eden kimsenin söylediklerini Resûl-i Ekrem(s.a.v) işitmişti. Bunun üzerine, "Andolsun ki siz onu kibre sevk ederek helâk ettiniz veya bu adamı sırtından bıçakladınız" buyurdu. (Müslim, c.8, sh.228)

ü  Resûl-i Ekrem(s.a.v), bir kimseyi kendisinde olmayan hasletlerle övmeyi şiddetle takbih etmiş ve bunu önlemek için "Meddahların suratına toprak serpiniz" emrini vermiş bulunmaktadır.
Bu işi bir menfaat beklemeden ve karşılıklı nezaket tavrı olarak yapmak da yasaktır. Bu hükmü tesbit eden bir hadis-i şerifte "Karşılıklı övüşmelerden sakınınız. Zira bu, hiç şüphesiz, birbirini boğazlamaktır" buyrulmaktadır. (Feyzü'l-Kadir c.1, sh.182)

ü  Ba’zan tevâzu, küfran-ı ni’meti istilzam ediyor belki küfran-ı ni’met olur. Ba’zan da tahdîs-i ni’met, iftihar olur. İkisi de zarardır.
Bunun çâre-i yegânesi ki: ne küfran-ı ni’met çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyyet ve kemâlâtları ikrar edip fakat temellük etmiyerek, Mün’im-i Hakîkinin eser-i in’âmı olarak göstermektir.
Meselâ: Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: “Mâşâallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.”
Eğer sen tevazu’kârâne desen: “Hâşâ!... Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik!” O vakit küfran-ı ni’met olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.
Eğer müftehirane desen: “Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz...” O vakit, mağrurane bir fahirdir.
İşte; fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısiyle libası bana giydirenindir, benim değildir.”
Ve nimet ise, şükür niyetiyle ilân etmek, bir tahdis-i nimettir.   âyeti izharına emreder. (Mektubat, 28.Mektub, 7.Risale, 4.Sebep)

ü  Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis‑i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh, ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli.
Şöyle ki: Herbir nimetin iki veçhi vardır.
Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.
İkinci veçhi ise, in’am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in’âmını ifşa, esmâsına şehadet eder.
Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa, kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur.
Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam “Ne kadar güzel oldun” dediğine karşı, “Güzellik paltonundur” dediği zaman, tevazu ile tahdis-i nimeti cem etmiş olur. (Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale)

ü  İnsanları alaya almayı, ayıplayıp kötülemesini, bunun yanısıra Mü’minlerin birbirlerini kötü lâkapla, sonradan uydurulan adlarla çağırmamalarını, Cenab-ı Hak Kur’anda sarih ayetle nehyetmiş, yasaklamıştır.
“Ey mü’minler, bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da kadınları alaya almasın, belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın.” (Hucurât Sûresi, 11)
Bir rivayette şöyle buyurulmuştur: “İnsanlarla alay edene, Cennetten bir kapı açılır, “haydi gir” denir. O da, telaşla gelir, fakat kapı hemen kapanır. Sonra başka bir kapı açılır. O yine üzgün olarak kapıya gider. Kapı yine kapanır. Bu durum, defalarca tekrar eder, artık, gel denildiği halde, gidemez.” (Ebu Davud)
Bir başka hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahcup etmez ve onu küçük düşürmez. Kişiye kötülük olarak Müslüman kardeşini küçük düşürmesi kâfidir.” (et-Tefsîrül-Kebir, 28:132)

ü  Bir insanı kolayca tarif etmek maksadıyla, çağırıldığı zaman rahatsız olmayacağı bir isimle anmak ve seslenmek, yasaklanan kısma girmemekle beraber teşvike medar görülmüştür. Zira muhabbeti arttırmaya vesiledir.
Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Mü’min kardeşini güzel lâkaplarla ve isimlerle çağırmak, mü’minin mü’min üzerindeki hakkıdır.” (Hak Dini Kur’ân Dili, 6:4470)
Bu meselede göz önünde bulundurulması gereken husus, muhatabın hissî durumudur. Onun haysiyet ve izzetinin korunmasıdır.
Bir insan başkaları tarafından takılan bir lâkapla çağrılmaktan rahatsız oluyorsa, onu artık o isimle çağırmak mü’mine eziyet olacağından, dikkatli olmak lâzımdır. Esas olan, “Kendimiz için istemediğimizi, başkaları için de istememektir.”
Meselâ: Peygamber Efendimiz(s.a.v), Hz.Ebû Bekir’e(r.a) “Cehennemden âzad olunmuş” mânâsına “Atîk”, Hz.Ömer’e(r.a) “hak ile bâtılı birbirinden ayırıp adaletle hükmeden” mânâsında “el-Fâruk”, Hz.Osman(r.a) iki kızını nikâhladığı için “Zinnûreyn (iki nur sahibi)”, Hz.Ali’ye(r.a) “Ebû Turab” (toprak babası) ve Halid bin Velid’e(r.a) “Seyfullah” lâkaplarını vererek onları taltif etmiştir. (Helal-Haram, Mehmed Paksu)

ü  Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır.
O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür. (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri 93)

ü  Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur.
Bir ülül'emrin makamındaki ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir; hanesindeki ciddiyeti kibirdir, mahviyeti tevazudur. Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez. (Sözler, Lemaat)

ü  Hediyeleşmek, esasen güzel bir sünnet olmakla birlikte, muamelatta beşerin hayatı içtimaiyesinde su-i istimale uğradığından birkaç ehemmiyetli noktayı nazarı dikkatle mütalaa etmek gerekir.
Bediüzzaman hazretleri bu münasebetle hediyeleşmek kaidesinin, tezehhüd(kendini dindar göstermek) ve sun’î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinâd ettiğini beyan etmişlerdir:
Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. “İlmi ve dini kendilerine medâr-ı maîşet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler:

diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sûre-i Yâsîn’de:

cümlesi, mes’elemiz hakkında çok ma’nidardır...
Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyân edildiği gibi: Allah nâmına vermek, Allah nâmına almak lâzımdır. Hâlbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi nâmına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakîkiye âid şükrü, senâyı, zâhirî esbaba verir, hatâ eder.
Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâl’e yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinâden, bakiye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.
Beşincisi: Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’î kanaatım oldu ki; halkların malını, husûsan zenginlerin ve me’murların hediyelerini almağa me’zun değilim. Ba’zıları bana dokunuyor.. Belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Ba’zan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa ma’nen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.
Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabûl edemiyorum. Halkın hediyesini kabûl etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabûl etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor.
Hem tasannu’ ve temellûkten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassa’ libasını giymek ve onların hâtırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.
Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimmi; mezhebimizce en mu’teber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen bir şey, sâlih olmazsan kabûl etmek haramdır.”
İşte şu zamanın insanları hırs ve tama’ yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçâreyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar.
Eğer hâşâ! Ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabûl etmek câiz değildir.
Hem âhirete müteveccih a’mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâkî meyvelerini dünyada fâni bir sûrette yemek demektir. (Mektubat, 2.Mektub)

ü  Beşerin hayat-ı içtimaiyesinde dört çeşit manevi hastalıklardan biri “Gurur” ile insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır.
Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır.
Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Hâlbuki eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar. (Mesnevi-i Nuriye, Katre, Hatime)
Mademki iş böyledir; gurur ve enâniyeti bırak. Dergâh-ı ulûhiyetinde, acz ve zaafını, fakr ve fâkatını istimdat ve lisân-ı tazarru ve ubudiyetle ve duayla ilân et. Zira Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor. (Mesnevi-i Nuriye, Nurun ilk kapısı, 7.Mukaddime)
Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır. (Lem’alar, 28.Lem’a, 1.nükte) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder