24 Mart 2011 Perşembe

Meclis ve Sohbet Adabı


Meclis ve Sohbet Adabı

Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san'atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler. Bediüzzaman Said NURSİ

ü  İlim meclislerinde Sohbet, kulun Allah Teâlâ'ya olan muhabbetinin tezahür şeklidir.
Zîrâ Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır.
İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir. (Sözler, 24.Söz, 5.Dal, 1.Meyve)
Nitekim farzını, vacibini, sünnetini yerine getirmekle kalmayıp, O'nun bahsinden, onun güzelliğinden ve onunla beraber olmak ümidi ile sohbete müracaat eder ki, böylesi ibâdetler kulu Allah'a yaklaştıran nafile ibâdetler meyânındadır.
Peygamber efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdular: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.” (Müslim, Zikr 39)

ü  Asrımızın Kur’an Tefsirleri olan Risale-i Nurların okunduğu meclislere, medreselere devam etmek, bunun yanı sıra içtima-i hayatın akışı içinde farklı zaman ve farklı mekânlar da yapılan dünyevi sohbetlerde, Risale-i Nurdan bir parça dahi olsa okuyarak o sohbeti Nurlandırmanın ehemmiyetli önemi haizdir.
İlim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Risale-i Nurlar ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.
Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz(dinleyenleriniz) çoktur.
Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Yani, semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san'atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler. (Barla Lahikası 220)
Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin.
Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur'u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesi'nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. (Emirdağ Lahikası 513)
Nur şakirtleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz.
Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için, hem ilim, hem mârifet, hem ibadettir. Şayet biri biliyor, taallüm etmeye muhtaç değilse, ibadete muhtaç veya mârifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.
Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur Medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi 1)

ü  İslâm dini yabancı kadın ve erkek ihtilâtını, onların ölçüsüz bir şekilde birbirleriyle haşir neşir olmalarını tasvip etmemiş, pratik hayatta aralarında daima bir mesafe bırakmış ve aralarındaki ilişkilerin belli bir ölçü ve disiplin içerisinde olmasını emretmiştir. Çünkü onların ihtilâtından çeşitli kötülükler, hatta aile ve toplum hayatını çökerten zina gibi büyük günahlar da doğabilir.
İslâm dini ise prensip olarak kötülükleri yasak ettiği gibi, ön tedbir olarak kötülüğe vesile olan ve onu tahrik eden durum ve davranışları da yasaklamış ve böylece insanla kötülük arasına bir mesafe koyarak kötülük yollarını tıkamıştır.
Peygamber efendimiz(s.a.v) "Kadınların fitnesinden korkun, çünkü İsrailoğullarının ilk fitnesi kadınlardan olmuştur" (Müslim, Zikr 99) şeklindeki sözleriyle ümmetini kadın fitnesine karşı uyarırken; yabancı kadına bakmanın(nazar) göz zinası ve haram olduğunu ifade etmiş (Buhâri, İsti'zan 12) kadınla erkeğin başbaşa kalmasını(halvet) ve kadının mahremsiz olarak yolculuk yapmasını yasaklamıştır. (Buhârî, Nikah 111)

ü  Birbirine yabancı(Namahrem) erkek ve kadınlardan oluşan meclislerde ve sohbet ortamlarında, beraber oturup haşir neşir olmanın, İslam'ın ruhu ve karakteriyle bağdaşmadığı gibi Mahremiyet sınırlarını da aşan bir durum mevzubahistir.
Erkek ve kadınların ibadet yerlerinde dahi birbirine karışmasına müsaade etmeyen bir dinin, onları başka yerlerde, başka meclis ve sohbet mahallerinde gelişigüzel beraber olmalarına, birbiriyle içli dışlı olup ülfet peyda etmelerine müsaade etmesi düşünülemez. (Mevdudî, Tefsiru Sure-i'n-Nûr, s.141-176)
İslâm dininde cuma namazına ve camide cemaatla kılınan namaza son derece önem verildiği halde, erkek ve kadın ihtilâtını önlemek için, Resulullah(s.a.v) kadınları bu namazlardan muaf tutmuş ve onlar için evde namaz kılmanın camide kılmaktan daha faziletli olduğunu "Kadınların en hayırlı mescidleri, evlerinin köşesidir" hadisiyle bildirmiştir. (Ahmed b. Hanbel, VI, 297)

ü  Kadın ve erkeğin ihtilâtı durumunda haram nazarın kaçınılmaz olacağı muhakkaktır.
Nitekim Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurulur: "Allah hem hain gözlerin (tecessüslerini) hem de (fasit) gönüllerin gizlediği temayülleri bilir." (Mü'min Sûresi, 19)
Bu hususta Bediüzzaman'ın "Bir meclis-i ihvana (dost meclisine) güzel karı girdikçe riya ile rekabet, haset ile hodgâmlık debretir damarları" şeklindeki tespiti ne kadar manidardır. (Sözler, Lemaat)
Bunun hükmünü ve ölçüsünü tesbit bakımından şu hadis-i şerif son derece dikkat çekicidir: Ümmü Seleme der ki: Biz Meymune ile beraber Resulullahın(s.a.s) yanında iken Abdullah b. Ummi Mektum gelerek onun yanına girdi. Bu hadise bize örtünme emri geldikten sonra idi. Resulullah(s.a.s): "ondan örtünün (gizlenin)" dedi. Bunun üzerine "Ya Resulullah! O a'ma değil midir? Bizi görmez ve tanıyamaz?" dedim. Resul-i Ekrem(s.a.s) "Siz ikiniz de mi körsünüz siz onu görmüyor musunuz?" dedi. (Tirmizi, Edeb 63)
Ukbe b.Âmir(r.a) der ki: Hz.Peygamber(s.a.s) "Sakın (yabancı) kadınların yanına girmeyin" buyurdular. Ensardan bir adam "ya Resulullah! Kocanın akrabaları hakkında ne dersiniz?” diye sorunca Hz. Peygamber(s.a.s) "kocanın akrabaları ölümdür (yani onlar daha da tehlikelidir)" buyurdular. (Ahmed b. Hanbel, IV, 149)

ü  Fitneden emin olunduğu yerde, ihtiyaç ve zaruret durumunda İslâm; tesettüre ve mahremiyete riayet etmek kaydıyla, kadının yabancı erkeklerle ihtilatına, onlara yardım etmesinde ve eve gelen misafir erkeklere hizmet etmesinde bir sakınca görülmeyebilir.
Her ne olursa olsun erkek kadın münasebetlerinde ihtiyat ve tedbir yolunu takip etmek gerekir. İslâm'ın ruhuna uygun haremlik selamlık gibi güzel geleneklerimiz varken, bir Müslümanın, islamiyettin ruhundan uzak sırf Batı toplumunu taklid edeyim diye Peygamberimizin(s.a.v) yolunu ve bu gelenekleri terk etmesi büyük bir vebal ve sorumsuzluktur.
Muavviz'in kızı Rubayyi'de der ki; Biz Hz.Peygamber(s.a.s) ile birlikte savaşa çıkardık ve askere hizmet edip onlara su içiriyor ve yaralıları tedavi edip ölüleri(şehitleri) Medine'ye getiriyorduk. (Buhârî, Cihâd 68)

ü  İlim meclislerinde dağınık oturmamak gerekir.
Hz.Ebû Hureyre(r.a) naklediyor: "Bir muallimin önüne veya ilim meclislerinde oturduğunuzda, onlara yaklaşın ve birbirinize yakın oturun. Cahiliye ehlinin yaptığı gibi dağınık oturmayın." (Ramûz, c.1/41-8)

ü  Yollara ve insanların geçtiği yerlere oturmak caiz değildir.
Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: Resulullah aleyhissalâtu vesselâm bir gün:  "Sakın yollara oturmayın!" buyurmuştu. "Ya Resulullah dediler, oturmadan edemeyiz, oralarda oturup konuşuyoruz." O zaman da şöyle buyurdu: "Mutlaka oturacaksanız, bari yola hakkını verin!" Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resülü, onun hakkı nedir?" diye sordular. "Gözlerinizi kısmak, gelip geçeni rahatsız etmemek, selama mukabele etmek, emr- bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker yapmaktır!" dedi. (Buhari, İsti'zan 2; Müslim, Libas 114; Ebu Davud, Edeb 13)

ü  Sohbet meclislerinde Münâkaşa ve Münazaa; kısaca ölçüsüz ve mizansız tartışmaktır. Bir konu hakkında, hep kendini haklı göstermek için karşısında konuşan kimsenin kalbini kıracak şekilde sözü uzatmak ve gönül incitmektir.
Münâkaşada devrede hisler ve nefisler vardır. Hak, hakîkat ve insaf münâkaşa da devre dışıdır. Çünkü münâkaşa meydanında; akıl, kalb ve ruh; nefis ve şeytana mağlup durumdadır. Neticede kârlı çıkacak olan nefis ve şeytandır. Çünkü münâkaşa hak namına değil his ve nefis namına neticelenir. Bu nedenle olsa gerek İmam-ı Şafii "Münakaşa câiz değildir." demiştir.
 Müzâkere ve İstişare ise; Bir konuyla ilgili görüşme, danışma ve konuşmadır. Müzâkere bir meselenin görüşmeye açılması ve tartışılmasıdır. Taraflar ilmî bilgi ve belgeleri ile meseleyi görüşür, konuşur ve neticeye bağlamaya çalışırlar. Müzâkere dahâ sağlıklı ve sıhhatli bir fikir paylaşımıdır.

ü  Sohbet meclislerinde; münakaşa, münazaa ve münazaralardan müteyakkız davranarak mümkün oldukça uzak durmak gerekirken; sohbetlerde müzakere ve istişare yolu intihap edilmelidir.
Hususan Avam içinde Münâkaşa etmek, izhâr-ı fazl suretinde, avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enâniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak câiz değildir. Eğer münakaşa mevzusu imani ise bu bütün bütün caiz değildir.
Bundan dolayıdır ki; Sohbet ehli, konuştuklarına ve yorumlarına âzamî dikkat etmeli. Münâkaşaya sebep olabilecek ve dahâ ileri hak ve hukûka girebilecek söz ve fiillerden kaçınmalıdır. Meselelerini ise müzâkere yaparken “insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan” devam ettirmeli ve zarar vermeden neticelenmesine gayret göstermelidir.
Bediüzzaman Hazretleri sohbet meclislerinde müzâkere-i ilmiyenin şartlarını ve münakaşa-i ilmiyenin yanlışlığını gösteren şu izahatta bulunmuştur:
“Münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.
O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.”
Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın uleması mâbeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu "Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır."
Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir.
Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur.
Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.
Ebu Ümame(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: "Ben, haklı bile olsa münakaşayı terkeden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terkedene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlakı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum."  (Ebu Davud, Edep 7)
Enes bin Malik hazretleri bildiriyor: Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Resulullah(s.a.v) yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki, hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki: “Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez. Münakaşa edene şefaat etmem.”  (Taberani)

ü  Bir mecliste, oturan bir ferdi yerinden kaldırıp, onun yerine oturmak hoş değildir.
Meclise sonradan gelen bir kimse için oturacak yer yoksa, halkayı genişletmek ve safları sıklaştırarak ona yer açmak gerekir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu konunun önemine dikkat çekilerek şöyle buyurulmaktadır:
“Ey îmân edenler! Size, «Meclislerde yer açın!» denildiği zaman hemen yer açın ki, Allâh da size genişlik versin.” (Mücâdele 58/11)
Nitekim bu konuda Peygamberimiz(s.a.v) de; "Sizden kimse, bir başkasını yerinden kaldırıp, sonra da oraya oturmasın. Ancak halkayı genişletin, yer açın, Allah da size genişlik versin.'' buyurmuşlardır. (İslâmi Hayat, c.3/32)
 
ü  Bir toplulukta iki kişinin arasına, onların izni olmadan oturulmadığı gibi, iki kişi konuşurken de araya girilmez.
Hz.Amr İbni Şuayb(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İki adamın arasına izinsiz oturmak caiz olmaz." (Ramûz, c.2/485-3)
Hz.İbni Ömer(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu naklediyor: "İki kişi gizli konuşurlarken aralarına girmeyin." (Ramûz, c.1/60-3)

ü  Bir sohbet meclisine âlim olsun, cahil olsun bir kimse geldiğinde ayağa kalkmayı efendimiz(s.a.v) yasaklamış, bunun yanısıra meclislerde yalnızca üç kişiye yer açılabileceğini beyan etmişlerdir.
Hz.Ebû Hüreyre'nin(r.a) rivayetine göre, Peygamber Efendimiz(s.a.v) Mecliste kime yer açılacağını şu şekilde beyan buyurmuştur: "Meclislerde yalnız üç kişiye yer açılır: Yaşlıya, yaşından dolayı. İlim sahibine, ilminden dolayı. Âdil sultana, sultanlığından dolayı." (Ramûz, c.2/480-7)
Hz.Enes(r.a) anlatıyor: "Ashaba, Resulullah(aleyhissalâtu vesselâm)'dan daha sevgili kimse yoktu. Buna rağmen Aleyhissalâtu vesselam'ı gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı, çünkü O'nun bundan hoşlanmadığını biliyorlardı." (Kütüb-ü Sitte 3292)

ü  Bir toplulukta ayak ayak üzerine atarak oturmak, dinimizce hoş karşılanmamıştır. Bu hareket tarzı, gurur ve kibir alâmeti olarak görülmüştür. Aynı şekilde cemaati rahatsız edecek başka oturuş şekillerinden de kaçınmak gerekir.
Amr İbnu'ş-Şerid(r.a) babasından rivayetle anlatıyor: Ben oturduğum sırada, Resulullah(aleyhissalatu vesselâm) bana uğradı. O sırada sol elimi sırtımın gerisine koymuş, sağ elimin kabası üzerine dayanmıştım. Bana: "Gadaba uğramışların oturuşuyla mı oturuyorsun?'' dediler. (Ebu Dâvud, Edeb 26)

ü  Bir cemaat içinde iki kişinin fısıldayarak konuşması veya karşılıklı olarak işaret ve el hareketleriyle konuşmaları, sünnete uygun düşmeyen bir davranıştır.
İbnu Ömer(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Üç kişi beraberken, ikisi aralarında hususi konuşmasınlar, bu, öbürünü üzer." (Buhari, İsti'zân 45; Müslim, Selâm 36)

ü  Bir kimse sohbet meclisinden ihtiyacı için çıkar, sonra geri dönerse, önceki yerine oturmaya herkesten ziyade hak sahibidir. Bunun yanında meclise yeni girmiş biri, mecliste boş bulunan yere oturur.
Zira nebevî terbiye sahibi olan sahabe-i kiram, Efendimiz'in huzuruna vardıkları zaman, buldukları boş yere otururlardı. (Ebû Dâvûd, Edeb 14)
Vehb İbnu Huzeyfe(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: "Bir kimse ihtiyacı için çıkar, sonra geri dönerse, önceki yerine oturmaya herkesten ziyade öncelikli hak sahibidir.'' (Müslim, Selâm 31)

ü  Sohbet meclislerinde bir araya gelindiğinde, meclis dağılmadan önce, Kur’andan bir aşir(Asr suresi gibi.) veya dua okunması, müstehab görülmüştür.
Taberânî "Evsat"da ve Beyhakî "Şuab"da Ebu Huzeyfe'den -ki sohbeti vardır- şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Resulullah'ın ashabından iki kişi birbiriyle karşılaştıklarında biri diğerine Ve'l-Asrı Sûresi'ni okumadan, sonra da biri diğerine selam vermeden ayrılmazlardı."
Sahabeler, Asr suresini okuyarak, zamanın gidişini ve ömürlerinin geçişini anlayıp düşünerek birbirlerine Hakkı ve sabrı tavsiye etmişler ve Hak Teâlâ'ya tam iman ile salih ameller için muvaffakiyet temennisinde bulunmuşlardır.
İmam Şa­fii(r.a) şöy­le de­miş­tir: “Kur’ân’­dan baş­ka hiç­bir sû­re na­zil ol­ma­say­dı şu pek kı­sa sû­re(Asr Suresi) bi­le, in­san­la­rın dün­ya ve âhi­ret mut­lu­luk­la­rı­nı te’mi­ne ye­ter­di. Bu sû­re Kur’ân’ın bü­tün öğ­ret­tik­le­ri­ni ku­cak­lı­yor.”

ü  Herhangi bir beraberlikten sonra, taraflar vedalaşıp ayrıldıklarında, karşılıklı olarak birbirlerine dua etmeleri, sünnetin talimi gereğidir.
Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûl-i Ekrem(a.s.v) yolculuğa çıkacak biriyle vedâlaşırken onun elini tutar, o adam elini çekmedikçe Hz.Peygamber de(s.a.v) elini çekmez ve ona şöyle dua ederdi: "Dinini koruman, emanetlerini ifa etmen ve amellerini hayırla sonuçlandırman için seni Allah´a emanet ediyorum."  (Tirmizî, Daavât 44)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder