24 Mart 2011 Perşembe

Yemek Adabı


Yemek Adabı

ü  Evet, Sünnet-i Seniyyeye ittiba, mutlaka gâyet kıymetdardır.
Hususan bid'aların istilâsı zamanında sünnet-i seniyyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâat etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir îmanı ihsas ediyor.
Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hâtıra, bir huzûr-u İlâhî hâtırasına inkılab eder.
Hatta en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor.
Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenab-ı Hakk'a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.
      İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir. (Lem’alar, 11.Lem’a)

ü  Yemeğe dua ile başlamak.
Allah'ın Resulü(a.s.v), yemeğe dua ile başlardı. Hz. Peygamber(s.a.v) sofrası kurulduğu zaman şöyle derdi: "Allah'ın ismiyle başlarım! Ey Allah'ım! Bu nimeti şükrü yapılmış ve cennet nimetinin verilmesine vesile yapacağın bir nimet kıl." (Nesai)

ü  Yemekten önce ve sonra elleri ve ağzı yıkamak, yemeğin bereketini arttıran güzel bir sünnettir.
Hz. Enes(r.a) naklediyor: Peygamber Efendimiz(a.s.m) şöyle buyurmuştur: "Kim ki Allah'tan evinin hayrını çok etmesini isterse, yemeğe otururken ve kalkınca elini ağzını yıkasın." (Ramûz, c.2/396-9)

ü  Yemeğe, Besmele çekerek başlamak gerekir.
Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın Lisan-ı hâliyle vird-i zebânıdır.
Mâdem her şey mânen Bismillah der. Allah namına Allah'ın ni'metlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız... (Sözler, 1.Söz)
Hz. Âişe'den(r.a) şöyle rivayet edildi: Peygamber(s.a.v) ashabından altı kişi ile birlikte yemek yiyordu. Bir bedevi geldi ve o yemeği iki lokmada yiyip bitirdi. Bunun üzerine Resûlullah(s.a.v): "Dikkat ediniz! Eğer besmele çekseydi hepinize yetecekti" buyurdu. (Hadislerle İslâm, c.3/345)
Âişe(Radıyallahu anhâ) rivayet ediyor: Peygamber Efendimiz(s.a.v) buyurdu ki: “Sizlerden biri yemek yemeye başladığında besmele çekmeyi unutursa, o kimse 'Bismillahi evvelâhu ve âhirehu' desin.” (Şemâil-i Şerif, 204)

ü  Yemeğe tuz ile başlayıp, yemeği tuz ile bitirmek, yemek adabındandır.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) buyurdu ki: “Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirenin vücudundan Allahü teâlâ yetmiş hastalığı giderir.” (R.Nasihin)

ü  Yemeği çok sıcak yememek, koklamamak ve yemeği soğutmak için de üflememek gerekir.
Efendimiz(s.a.v) sıcak yemek yemezdi ve “Sıcak yemekte bereket yoktur.  Cenab-ı Hak bize ateşi yedirmemiştir. Binaenaleyh yemeği soğutunuz ve yiyiniz.” buyururlardı. (Ramuz el-Ehadis 6/12)
İbni Abbas(r.a) bu hususta şöyle demektedir: “Resûlullah(a.s.m) yiyeceğe ve içeceğe üflemez; kabın içine de solumazdı.” (R.Salihin 769)

ü  Yemek, Sağ El ile yenilmelidir.
Abdullah İbni Ömer(r.a) Peygamberimizin(a.s.m) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Biriniz yemek yediği zaman sağ eli ile yesin. Bir şey içtiği zaman da sağ eliyle içsin. Çünkü ancak şeytan sol eliyle yer ve içer." (Tirmizî, Et'ime 9)
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş:  “Sağ elinle ye.” demiş. O adam demiş:  “Sağ elimle yapamıyorum.”  Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş:  diye bedduâ etmiş. “Kaldıramayacaksın.” İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış.
O, gurur ve kibrinden dolayı sağ eliyle yemek istemiyordu. İşte Resûlullah(a.s.m.) bundan dolayı beddua etmişti. Artık o elini kaldıramaz oldu. (Mektubat, 19.mektub)

ü  Bir yere dayanarak, yaslanarak ve Ayakta, yemek yememek gerekir.
Peygamber Efendimiz(a.s.m) yemek yerken, ya iki dizi üzerine oturur, ya da sağ dizini dikip sol ayağı üzerine otururlardı.
Peygamber(a.s.v) şöyle buyurmuştur: “Bir yere dayanarak yemek yemem.” (Ramuz el-Ehadis 545/13)

ü  Ortaya konulmuş yemeğin, kendi önüne gelen kısmından yemek. 
Hz. İbni Abbas'ın(r.a) rivayet ettiğine göre sevgili Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: "Sizden birisi yemek yediğinde tabağın ortasından yemesin. Onun kenarından yesin. Zira bereket üstten iner." (Ramûz, c.1/35-1)

ü  Yemek yerken, şayet lokma sofraya düşerse onu alıp yemek lazımdır.
Hz.Câbir'in(r.a) rivayetine göre bu hususta Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Sizden birisi yemek yediğinde lokması düşerse, üzerinde olanı temizlesin, sonra da onu yesin. O lokmayı şeytana bırakmasın." (Ramûz, c-1/35-5)

ü  Kabuklu bir yiyeceği(meyve gibi) yerken, kabukları ayrı kaba koymak lazımdır.
Bu hususta, Resûlullah(s.a.v), hurmayı ve çekirdeğini aynı tabak içine koymayı yasaklamıştır. (Tenbîhü'l Gafilin, c.2/844)

ü  Yemeği iyice çiğneyip sindirerek yemek, Sofraya düşen yemek kırıntılarını ve tabaklarda kalan az miktardaki yemek artıklarını da yemek lazımdır.
Efendimiz(s.a.v) yemeğin arta kalanını severdi ve “Her kim çanakta, kapta yemek yedikten sonra onu sıyırırsa o, onun için istiğfar eder.” buyururdu. (Tirmizi, Et’ime)

ü  Yemekte aşırı gitmemek, lüzumundan fazla yememek ve sofradan tam doymadan kalkmak gerekir.
Peygamber(a.s.v) çok yiyip de geğirmeyi sevmezdi. Geğiren birine şöyle demiştir: “Bırak şu geğirmeyi canım! Dünyada karnını tıka basa doyuran, kıyamet günü aç kalacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet 37)
Peygamberimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "İnsan yemesini azalttığı zaman içi nur dolar." (Ramûz, c.1/33-13)
Peygamberimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "Birinizin lokması yemekte yere düşerse, üzerindeki bulaşığı gidersin ve yesin, onu şeytana bırakmasın." (Ramûz, c.1/35-5)
Allah Resûlü(s.a.v), yemekten sonra tabağı sıyırmayı emretti ve “Siz, bereketin yemeğin hangi kısmında olduğunu bilemezsiniz.” buyurdu. (Müslim, Et’ime)
Peygamberimiz(s.a.v) başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmuşlardır: “Midenin üçte birini yemeğe ayır, üçte birini de suya; kalan üçte birini ise rahat nefes almaya bırak!.” (Tirmizi, Et’ime)
İslâm Hükemâsının Eflâtunu ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sinâ, yalnız tıb noktasında  Âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:
“İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir. Yâni vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek veyahût telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mîdeye doldurmaktır.” (Lemalar, 19.Lem’a)
Molla Hamid ağabey hatıratında Bediüzzaman Hazretlerinden şu hatırayı nakletmiştir: Midenin üç hakkı var… Üstad’dan ders alan hocalar, kendi geçimlerini temin etmek ve başkalarına yük olmamak için, bir teneke bulgur ve biraz da yağ getirmişlerdi. Annem yetmiş yaşlarındaydı. Yemeğimizi o pişirirdi.
Üstad bir gün bulgurları eve götürmemi istedi. Sabahları çay, peynir, akşamları ise bulgurlu çorba veya pilav yaptırarak günlerimizi geçiriyorduk.
Annemin yaptığı çorba ve pilavları alıp getiriyordum. Üstad yemek yerken herkesin ekmeğini ayırır, taksim ederdi. Ekmek bana az geliyordu. Sofradan altı talebe bir de Üstad yedi kişi oluyorduk. Bazen misafirlerimiz de gelirdi. Üstad bana şefkat ettiğinden cesaret alarak, ekmeğin az olduğunu söyledim. Evde çok buğday olduğunu, getirip bol bol yiyebileceğimizi ifade ettim.
Üstad tebessüm ederek: "Kardeşim ben azlığı için, olmadığı için böyle yapmıyorum. Siz midenizi neye benzetiyorsunuz? Midenin üç hakkı, üç hissesi vardır. Sadece birisi yemek içindir. Eğer böyle yapmaz da ölçüsüz doldurursanız, bu yaptığınız beş davarlık bir ahıra, onbeş davar doldurmaya benzer.” Üstad bu misalle bize ders verdi. (Son Şahitler, 1.cild 113)

ü  Yemeğe kusur bulunmamalı, hoşa gitmiyorsa, bir şey denilmemelidir.
Hz. Ebû Hüreyre'nin(r.a.) naklettiği şu hadis-i şerifi ölçü almalıyız: "Resûlullah'ın (a.s.m.) hiçbir yemeği kusurlu bulduğunu görmedim. Yemeğe iştihası varsa yer, yoksa yemez, beğenmediği zaman bir şey demezdi." (Ebû Dâvud, Et'ime 13)

ü  Yeme ve içme de İktisat ve Kanaat edip, İsraf ve Tebzir (cimrilik) etmemek.
Lezâiz çağırdıkça, "Sanki yedim" demeli. Zira Peygamber Efendimiz(s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Canının istediği her şeyi yemen israftan sayılır.” (İbn-i Mâce, Et’ime 51)
 “Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı (Tad alma duygusu)  bir kapıcı, â'sab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (Kuvve-i zâika ile, merkez-i vücuddaki mîde ile bir medâr-ı muhabereleridir) ki: Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mîdeye lüzumu yoksa "Yasaktır!" der, dışarı atar. Bazen da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mîde, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahût o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın.
İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.
Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek.
İşte İktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir.
İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mîdeyi karıştırır, iştiha-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.” (Lemalar, 19.Lem’a)

Bediüzzaman hazretleri Lemaat eserinde mevzu ile alakadar şu veciz ifadeleri beyan etmiştir: “İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır.”

Ey müsrifli kardeşim! Tagaddî noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.
Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zâika; bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.
Onun tesiri menfi, müsbet değil. Vazife, yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.
Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.
İsrafın en sefîhi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi. Heves etme bu işe. (Sözler, Lemeat)

ü  Soğan ve sarımsak gibi etrafa nahoş koku yayan yemekler yenildiğinde, cemiyet içerisine çıkılmamalıdır.
Hz. Cabir (r.a.) Resûlullah'ın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Sarımsak ve soğan yiyen kimse bizden uzak dursun yahut mescitlerimizden uzaklaşsın, evinde otursun." (Buhari, Et'ime 49)

ü  İsraf etmemek şartiyle ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşrû olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartiyle, lezzetini tâkip edebilir.
Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir.
Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze ihtiyar yoktur.
Nitekim Cenab-ı Hak mevzu hakkında Kuran-ı Kerimde şöyle buyurmuştur: “Yiyiniz içiniz; fakat israf etmeyiniz! Çünkü Allâh isrâf edenleri sevmez.” (el-A'râf 7/31)
Bu hakikata işaret eden bir hâdise ve bir keramet-i Gavsiye:
Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyâre, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş... Ona acımış.
Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor.
Nazdarlığından demiş: "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!" Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum Biiznillah!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemed ve mevsûk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerâmeti olarak mânevî tevatürle nakledilmiş.
Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin."
İşte Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı mîdesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir... (Lemalar, 19.Lem’a)

            Bediüzzaman hazretleri Lemaat eserinde mevzu ile alakadar şu veciz ifadeleri beyan etmiştir: Böyle zamanda tereffühte izn-i şer'î bizi muhtar bırakmaz.”

Lezâiz çağırdıkça "Sanki yedim" demeli. "Sanki yedim" düstur eden, bir mescidi yemedi.
İstanbul'da Sankiyedim namında bir mescid var. "Sanki yedim" diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.
Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena'uma ihtiyar bir derece var idi.
Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar izn-i şer'î kalmadı.
Sevâd-ı âzam, hem ekseriyet-i mâsumun maişeti basittir. Tagaddî besâtetiyle onlara tâbi olmak,
Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefiye tagaddîde tereffüh noktasında benzemek. (Sözler, Lemeat)

ü  Cenab-ı Hakkın yedirdiği o kıymettar nimetler için, Şükür etmek ve yemek bitiminde Yemek duasını yapmak.
Enes b. Malik’ten (r.a.) Resûlullah'm (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah, yemek yiyip de hamdeden kulu ile su içip de hamdeden kulundan razı ve hoşnut olur." (Tergib ve Terhib, C.4/382)
Ebû Said Hudri (r.a.) rivayet etmiştir: Resûlullah (a.s.v) yemekten sonra, “Bizi doyuran, bize içiren ve bizi Müslüman olarak yaratan Allah'a hamd olsun” derdi. Meali bu şekilde olan duanın asıl metni şöyledir: "Elhamdülillâhi'llezi et'amenâ ve sekânâ ve ce'alena minel müslimiyn." (Ebû Dâvud, Libas 1)
Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?
Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakiki, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir.
Başta "Bismillah" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür. Ortada, ''bu kıymettar hârika-yi san'at olan nimetler Ehad-ü Samed'in mu'cize-i kudreti ve Hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek'' fikirdir.
Bir pâdişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imlere medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakiki'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.
       Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah namına başla, Allah nâmına işle. Vesselâm.” (Sözler, 1.Söz)
Hem şükür içinde, safi bir îman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: "O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesi ile ve itikad etmesi ile, her şey'i -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir îmanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.
         İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz.
Şöyle ki: Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk'ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor.
Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor.
Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur.
Şükür ile, zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rızkın akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.” (Mektubat, 28.Mektub)

ü  Kamil Mü'min, kendisi az yer, buna mukabil başkalarına yedirir, ikram eder. Yemekten ziyade yedirmek çok daha faziletlidir.
Ebû Hüreyre (r.a) Resûlullah'ın (a.s.m) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Çok çok selâm verin, yemek yedirin ve manen mücahede edin ki, Cennetin mirasçıları olasınız." (Tirmizî, Et'ime 45)
Bediüzzaman hazretleri de mevzu hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Mü'minin şe'ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana müsahhar olur.” (Mektubat, 22.Mektub)

ü  Yemeği topluca yemek ve Sofraya oturacakların tamamı gelmeden yemeğe başlamamalı.
Cabir’den(r.a.) Resûlullah'ın(s.a.v): "Yemeklerin, Allah'a en sevimli olanı, başına çok insan toplananıdır" buyurduğu rivayet edildi. (Tergib ve Terhib, c.4/362)
İbni Mâce de Hz Ömer'den(r.a) Resûlullah'ın(s.a.v): "Yemeğinizi ayrı ayrı değil, toplu halde yiyiniz. Çünkü bereket cemaatle beraberdir." buyurduğunu rivayet etmiştir. (Tergib ve Terhib, c.4/361)
Ebû Hüreyre(r.a.) Resûlullah'ın(a.s.m) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İki kişilik yemek üç kişiye, üç kişilik yemek de dört kişiye yeter." (Buhârî, Et`ime 11)

ü  Yemeği herkes yiyip bitirinceye kadar sofradan kalkmamak, kendisi doysa bile herkes yemeğini bitirinceye kadar elini yemekten çekmemek gerektir.
Hz. İbni Ömer (r.a) bu hususla ilgili Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sofra kurulduğunda, kişi önünden yesin. Arkadaşının önünden ve tabağın tepesinden(ortasından) yemesin, Zira bereket yukarıdan gelir. Sofra kaldırılmadan da kalkmasın. Bütün insanlar elini çekmedikçe, doysa bile elini yemekten çekmesin ve etrafını gözetsin. Zira olabilir ki henüz yemeğe ihtiyacı olan bir kimse utanır da, o da elini yemekten çeker." (Ramûz, c.1/65-12)

ü  Suyu iki-üç yudumda, emerek ve su kabına solumadan içmek lazımdır.
Efendimiz(s.a.v) suyu üç yudumda içerlerdi ve “bu daha afiyetli, hazmı daha kolay ve dertten beri olmak için daha uygundur” buyururlardı.
İbnu Abbas (r.a) anlatıyor: Resülullah(a.s.v) buyurdular ki: "Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç solukta (dinlene dinlene) için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allâh'a hamdedin." (Tirmizî, Eşribe 13)
 
ü  Suyu oturarak içmek lazımdır. Ayaktayken su içmek her halükarda memnudur. Zemzem ve abdestin artan suyu müstehab ve mahzı şifa oldukları için ayakta içilebilir.
İbnu Abbâs (r.a) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissâlâtu vesselâm)'a zemzemden sundum, ayakta olduğu halde içti." (Buhârî, Eşribe 16)
Hz. Enes (radıyallâhu anh): "Resülullah aleyhissâlâtu vesselâm ayakta içmeyi yasakladı" demişti. Kendisine: "Ya yemek? Bu husustaki hüküm nedir?" diye soruldu. "Bu daha şiddetle yasaktır!" dedi veya şöyle dedi. "Bu daha şerli, daha kötü!" (Müslim, Eşribe 113)
Peygamber Efendimiz(s.a.v) başka bir hadislerinde ise şöyle buyurdu: “Ayakta su içmeyin. Eğer ayakta su içmenin zararını bilseydiniz içtiğiniz suyu geri çıkarırdınız.” (Müslim, Eşribe 116)
 
ü  Yemek yerken ve Su içerken altın ve gümüş kaplar kullanmak, dinen yasaklanmıştır.
  Hz. Huzeyfe (r.a.) Resûlullah'ın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Altın ve gümüş kaplardan bir şey içmeyin. İpek ve atlas kumaş da giymeyin. Çünkü bunlar, dünyada Müslüman olmayanlara, Âhirette de sizin içindir." (Buhârî, Et'ime 28)
 
ü  Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.
Yiyip içtiklerimizin helalden olması, hem dinen kullanımı yasak olmaması, hem de hakkımız olmasına bağlıdır. Helal olmakla birlikte, başkalarının hakkı olan şeylerin, rızaları alınmadan yenilip içilmesi de haramdır.
Allah'ın yeryüzünde bizim için serdiği nimet sofrası gerçekten çok geniştir. Helal olanlar, yasaklardan mukayeseye gelmeyecek kadar fazladır. Yasak edilenler de, bildiğimiz ve bilemediğimiz zararlarından dolayıdır.
Bir sahabe Efendimizin(s.a.v) huzuruna çıkarak duasının niçin kabul olunmadığını sorduğunda, Peygamber Efendimiz(s.a.v) ona şöyle cevap vermiştir: “Haramdan uzak dur. Çünkü midesine haram bir lokma giren kişinin duası kırk gün kabul olunmaz.” (Muhtasar İbni Kesir, 1: 149)

ü  Bir cemaatte Su içmede öncelik hakkı, sağındır.
Bu husus muamelatta şu şekilde olur; İlim veya yaş bakımından meclisin büyüğünden veya suyu ilk isteyenden başlayarak; onların sağından su dağıtmaya devam edilir. 
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir bardak süt getirilmişti. İçerisine su katıldı. Önce kendisi içti. Solunda Hz. Ebu Bekir (radıyallâhu anh) vardı, sağında da bir bedevi. Sütten artan kısmı bedeviye verdi ve: "Öncelik hakkı sağındır, sonra da onun sağından devam etsin!" buyurdu. (Buhârî, Eşribe 14)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder